16 Aralık 2013 Pazartesi

BİZ DEMOKRAT PARTİLİYDİK, Mehmet Necati GÜNGÖR

DEMOKRAT PARTİ
Mehmet Necati GÜNGÖR
Çocukluğumun heyecanı, (Biz Demokrat Partiliydik)
            Gençliğimin hicranı, (Zeybeğin ölümü, Menderes’in idamı)
            Olgunluğumun vefası, (DP aziz hatıra, AP onun devamı)
            Yaşlılığımın cefası… (DP misyonunun düştüğü hali seyretmek)
            Demokrat Parti. (Efsanenin çöküşü)
            Bunlar, hayatımdaki Demokrat Parti evreleri.
            Bu son evre, biz demokratlar için acıklı bir finaldir.
            Binasının kurtuluşunu bile Melih Gökçek’e borçluysak…
            Çöküş dediğin budur işte!
            Enkazına Tevfik Diker, Tansu Çiller adına talip.
            Yok mudur kurtaracak, bahtı kara maderini?
            Var birisi ama ikna edilmesi gerek.
            Devleti biliyor, milleti tanıyor, milli ve  manevi değerleri yüksek biri.
            Adını çok telaffuz ettik: İLHAN KESİCİ!
            Bir de, partinin 30 trilyon borcunu sıfırlayacak birileri.
            Rahatsız edilen iş çevreleri mesela.
            Bir çağrımız da CHP’ye:
            Gösterin Mansur’u da;
            Bir “Çökertme Havası” oynayalım Ankara’da.
            Artık parti ve ideoloji sınırları silindi.
            Atatürk ne güzel demiş:
            “Mesele vatansa, gerisi teferruattır.”
            Bayrağın suç aleti sayıldığı, (Bayrak satıcısı halâ yargılanıyor)
            İstiklal marşımızın yasaklandığı, (Erzurum vali yardımcısının son eylemi)
            Milliyetimizin sorgulandığı bir ortamda
            Tek parti “vatan”, tek ideoloji vatanseverliktir!      

2 Aralık 2013 Pazartesi

demokrasi'nin (güncel) yıldızları!..

T.C. BAŞBAKANI RECEP TAYYİP BEY ile T.C. ESKİ BAŞBAKANI MENDERES
Mehmet Arif DEMİRER
Sosyal demokrat köşe yazarlarımızın şuuraltı Menderes fobileri vardır.
Zaman zaman  Menderes aleyhinde yazılar yazarlar.
Cumhuriyet köşe yazarı Sayın Ali Sirmen (diğer tüm sosyal demokrat köşe yazarları gibi kendisine gönderilen mektuplara/epostalara vd. cevap vermez) 28.11.2013 günü Adnan Menderes’i hatırlamış, Başbakan Recep Tayyip Bey’e benzetmiş:  
“Demokrat Parti sivil darbesiyle, AKP sivil darbesi o kadar birbirine benzemekte, Menderes’in demokrasi algısıyla Tayyip Erdoğan’ın demokrasi algısı, karbon kâğıdıyla çoğaltılmış metinler gibi öylesine birbiriyle tıpatıp ayniyet arz etmekteydi…
“Dilerseniz kısaca bir göz atalım da siz kendiniz karar verin: 27 Haziran 1956 günü TBMM’de önemli bir oturum vardı. Konu, Demokrat Parti’nin muhalefet partileri mensuplarının ve derneklerin toplantı ve gösteri yürüyüşlerine kısıtlama getiren yasa tasarısıdır. İsmet İnönü ile Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu da konuşmak için adlarını yazdırmışlardır. İnönü’nün konuşması sırasında bu tasarının demokrasilerdeki hak ve özgürlüklere aykırı olduğunu söylemesi üzerine DP Sivas Milletvekili Nurettin Ertürk oturduğu yerden seslenir:
“Vatandaşın hak ve hürriyeti lafları senin ağzına yakışmıyor İsmet Paşa.”
İsmet İnönü’nün yanıtı müthiştir:
“Aramızdaki farkı bilelim, biz mutlakıyetten bugüne geldik, siz ise bugünden mutlakıyete gidiyorsunuz.”
Menderes’in 10 yılda yaptıklarını çok kısa özetleyecek (Recep Tayyip Bey ile kıyaslamayı okuyucuya bırakarak) demokrasiyi getirdiği iddia edilen İnönü ve arkadaşlarının 1960 ve 1961 yılında söylediklerini ve demokrasiden darbeye nasıl vardıklarını kanıtlayacağım:
Menderes on yıllık iktidarında; sürüncemede kalmış Anıtkabir inşaatını bitirdi, ATATÜRK’ü vatan toprağına kavuşturdu; ATATÜRK aleyhine işlenen suçlara dair kanunu (5816 sayılı) çıkardı; dini siyasete alet edenlerin cezalandırılmasına ilişkin kanunu (6187) çıkardı, CHP milletvekillerinin kırmızı oylarına rağmen;
Türkiye’yi NATO üyesi TSK’yı da dünyanın en güçlü silahlı kuvveti yaptı;
Zorlu ile birlikte Kıbrıs kördüğümünü çözerek Türk bayrak ve askerini Ada’ya geri gönderdi (bugün KKTC o sayede ayakta); devraldığı 916 milyon dolar borcu sadece 122 milyon dolar artırarak 1 milyar 38 milyon dolarda tuttu ama 8.1 milyar dolar değerinde yatırımı tamamladı ve hizmete açtı; tarımsal üretimi % 123, enerji sektörünü % 256 büyüttü, sanayide tüketilen elektrik enerjisini % 255 artırdı; 27 Mayıs’ta 2.4 milyar dolar değerinde yatırım inşa halinde idi. 300 milyon dolar değerinde Türkiye’nin o gün de bugün de en büyük yatırımı olan ERDEMİR şirketinin kuruluşunu 11 Mayıs 1960 günü Ankara 1. Noterliğinde bizzat takip etti.
İmza attığı yatırımların toplam değeri 10.8 milyar $.
26 Mart 1960 günü CHP’nin ağır topları, Genel Sekreter Yardımcısı Kemal Satır, Sivas Milletveklili (Aslen Kayserili) Turhan Feyzioğlu, Malatya Milletvekili Nüvit Yetkin ve Urfa Milletvekili Atalay Akan Kayseri’nin Yeşilhisar ilçesinde idiler. Atalay Akan, ilçe merkezi meydanında Emniyet Genel Müdürü Cemal Göktan, Kayseri Valisi Ahmet Kınık ve Yurtiçi Bölge Komutanı Kemal Çakın’a “Ben iki ay sonra İçişleri Bakanı olacağım. Sizleri emeklilik hakkınızdan mahrum edeceğim.” dedi. Olayın tanığı Yeşilhisar C. Savcısı !
4 Eylül 1961 Pazartesi. Darbeciler (38 kişilik Milli Birlik Komitesi’nin Türkeş ve arkadaşları yurtdışına sürüldükten sonra kalan 23’ü) 3 Eylül Pazar günü çıkardıkları bir kanun ile Kurucu Meclis’i zoraki tatile çıkardılar ki, 15 Eylül’de Yassıada’da ilan edilecek idam kararlarını yalnız kendileri tasdik edebilsin ve  böylelikle en büyük tutkuları olan Menderes’i darağacına gönderebilsinler. Tatile çıkan CHP Genel Başkanı Meclis’ten ayrılırken gazetecilere önemli bir açıklama yaptı, ULUS Gazetesi de 5 Eylül günü bu açıklamayı manşetten verdi:
“ASİL İHTİLALCİLER SÖZLERİNİ YERİNE GETİRDİ.”
Sayın Sirmen’den bu yazdıklarıma, bu köşede yayımlanmak üzere, bir cevap rica ediyorum. (Ankara, 02 Aralık 2013, ANAYURT)

5 Eylül 2013 Perşembe

6 (7) EYLÜL 1955 OLAYLARI!...........

6 EYLÜL 1955 OLAYLARI KONUSUNDA
KENDİ KALEMİZE ATTIĞIMIZ GOLLER
Mehmet Arif Demirer
Türk medyası, 27 Mayıs Darbesi’nden sonra, 6 Eylül 1955 günü 6 saat süren olayları 48 saat sürmüş gibi, ‘6/7 Eylül Olayları’ olarak tanımlamıştır. Çarpıcı bir örnek, Prof. Dr. Mümtazer Türköne’den. Koskoca bilim adamı bakınız neler yazmış, F Gülen’in ZAMAN Gazetesinde: “Tam 54 yıl önce, 6-7 Eylül 1955'te İstanbul iki gün devam eden bir yağmalamaya sahne oldu. İki gün boyunca Rum azınlık başta olmak üzere Ermeni ve Yahudilerin dükkânları, evleri, okulları ve mabetleri tahrip edildi ve yağmalandı. Savaş gibi bir yıkım yaşandı.” (ZAMAN, 25.1.2009)
“29 Ağustos ve 8 Eylül 1955 tarihleri arasında Londra’da Türkiye, Yunanistan ve İngiltere heyetlerinin arasında toplanan Kıbrıs Konferansı’nda heyet başkanımız Fatin Rüştü Zorlu’nun açıkladığı Türkiye’nin yeni Kıbrıs Tezi çok başarılı olmuş, Yunan heyeti panik içinde 2 Eylül Cuma akşamı talimat almak için Atina’ya dönmüştü. 
Türk tezi, Lozan Barış Antlaşması’na dayandırılmıştı. Türkiye, Kıbrıs adası üzerindeki egemenliğini Lozan’da İngiltere’ye bırakmıştı. Belgenin altında iki imza vardı, Türkiye ve İngiltere. Dolayısı ile Yunanistan Kıbrıs konusunda TARAF değildi. Eğer İngiltere Kıbrıs adası üzerindeki egemenliğinden kısmen veya tamamen vazgeçecek ise ada eski sahibine dönmeliydi. Bu, Yunan dış politikası için hezimet demekti. Konferans bu tezi kabul ederek sonuçlanır ve sonuç bildirisinde Kıbrıs konusunda Yunanistan’ın taraf olmadığı belirtilirse, Yunanistan’ın ve Kıbrıs’taki Rumların 1931 yılında beri uğraş verdikleri ENOSİS (adanın Yunanistan’a ilhakı) hedefi Kıbrıslı Türklerin deyimi ile sıfırla çarpılmış olacaktı.  
O hafta sonu Yunan Derin Devleti fazla mesai yapmıştı. 5/6 Eylül gecesi Selanik’te ATATÜRK Müzesi’nde bir bomba patlamış binanın birkaç camı kırılmıştı.
Konferans’ta 6 Eylül sabahı Zorlu, Yunan Dışişleri Bakanı’na karşı ATATÜRK Müzesi binasını yeterince koruyamadıkları için çok sert bir konuşma yapmış, Yunan Bakan da özür dilemiş ve “Bunu yapan gerçek bir Yunanlı olamaz. Araştırmalarımız sürüyor. Er geç kimin yaptığını bulacağız” şeklinde cevap vermişti.
Bu gelişmeleri o tarihteki gazetelerden hiç araştırmayan 27 Mayıs sonrası Türk basını, hiç utanmadan ve sıkılmadan; Yassıada’daki düzmece davayı esas alarak, olayları Londra konferansında zor durumda olduğunu iddia ettikleri Zorlu’nun talebi ile Menderes ve 27  Mayıs’tan hemen sonra intihar eden olaylarda İçişleri Bakanı olan Namık Gedik’in tertiplediğini yaza gelmiştir, tam elli yıldır.
İki örnek:
Ayşe Hür – Taraf 7 Eylül 2008
Hasan Pulur – Milliyet 11 Eylül 2008
5 Eylül’de, Hikmet Bil’le bir akşam yemeği yiyen Menderes, Zorlu’nun Londra’dan gönder-diği telgraftan söz edecekti.
Telgrafta Zorlu, görüşmelerde zor durumda kaldığını, müzakere koşullarının zor olduğunu, orada artık ‘dizginlenemeyen’ bir Türk kamu oyundan söz etmeyi arzuladığını yazıyordu….
Artık iş barut fıçısını patlatacak kıvılcımı çakmaya gelmişti…
İstanbul Ekspres adlı 20-30 bin tirajlı bulvar gazetesi, haberi iki ayrı baskıyla duyurdu.
İÇİNDE yaşadığımız halde, bu olayı öylesine unutmuşuz ki, cumhuriyet tarihinin en rezil sayfalarından biri.
Siyasi iktidar Kıbrıs görüşmelerine baskı yapmak için bir gece (6-7 Eylül 1955) İstanbul’u yağmalatır, yakıp yıktırır, İngilizlere ve Yunanlılara “Türk halkının Kıbrıs konusunda ne kadar hassas olduğunu gösterecektir.”
Gösterdik, rezil olduk.
Hedef önce azınlıklar, başta Rumlar, sonunda da toptan yağma...
6/7 Eylül gecesi, sabaha kadar, T.C. Londra Büyükelçiliğinde toplantı halinde olan Türkiye heyeti, 7 Eylül sabahı konferansta olaylar nedeniyle Yunan Dışişleri Bakanı’ndan benzer bir çıkış bekliyordu: “Nasıl olur da İstanbul’da soydaşlarımızın evlerine, işyerlerine yapılan saldırıları durdurmadınız…” gibi. Türk heyeti başkanı Zorlu’nun, bir gün önce Yunan Dışişleri Bakanı gibi, özür dilemesi ve “Bu olayları tertipleyenler gerçek Türk olamazlar. Araştırmaya başladık…” şeklinde konuşması kararlaştırılmıştı.
7 Eylül sabah Konferans’ta Yunan Dışişleri Bakanı hiçbir şey söylemedi. Bir serzenişte bulunmadı. Olayları hiç duymamış gibi davrandı.
Bu son derece önemli ayrıntıyı Emekli Büyükelçi rahmetli Mahmut Dikerdem Ortadoğu’da Devrim Yılları başlıklı kitabında yazdı. Araştırmacı yazarlarımız nedense bu olayı, Yunan Dışişleri Bakanı’nın 7 Eylül sabahı neden suskun kaldığını hiç araştırmadılar ve hiç önemsemediler?            
İstanbul’da olaylar saat 18:00’de başladı. İstanbul Ekspres gazetesi ikinci baskı yaparak Selanik’teki bomba olayını abartılı bir şekilde vermişti:
            Olayların birinci aşaması, saat 18:00 - 20:00
Üniversite gençliğinin saat 18:00 - 20:00 arasında Selanik’teki olayı protesto etmek için İstiklal Caddesinde (Taksim’e kadar) yürüyüşü  
Olayların ikinci aşaması, saat 20:00 -22:00:
Cibali sigara fabrikası işçileri ile işsiz gençlerin İstiklal Caddesi ağırlıklı olmak üzere ev ve İşyerlerini tahrip etmeleri
Olayların üçüncü aşaması, saat 22:00 -24:00:
Şehir varoşlarından gelenlerin tahrip edilen işyerlerini yağmalaması
Olayların sonu: Saat 20:00’de  beklenen askerin (19 tabur) gecikmeli olarak 24:00’de gelmesi, hükümetin sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan etmesi ile olaylar sona ermiştir.
Olaylar başlamak üzere iken trenle Haydarpaşa’dan Ankara’ya gitmek üzere ayrılan Cumhurbaşkanı Bayar ve Başbakan Menderes olayları Sapanca’da duymuşlar, derhal geri dönerek saat 24:00’de İstanbul Valilik binasına ulaşmışlardır. Gezi Olaylarının hemen ardından Fas’a giden günümüz Başbakanından çok farklı olarak.
Olaylardan iki yıl sonra, 1957 seçimlerinde özellikle Rumların oyları DP’ye yönelmiş ve Adana ve Ankara’yı dahi kaybeden DP, İstanbul’da azınlık oyları ile seçim kazanmıştır.
            Olaylarda zarar görenlere önemli miktarda tazminat ödenmiştir.
Olaylar nedeniyle İstanbul Rum veya Ermenileri İstanbul’u terk etmemişlerdir. Bunun kanıtı 1959 yılında Yunanistan Başbakanı Karamanlis’in Türkiye ziyaretinde oluşturulan İkili Komisyondur. İki ülkenin seçkin diplomatları Zeki Kuneralp ve Dimitri Bitsios başbakanlarının talimatı ile İstanbullu Rumların ve Batı Trakya’daki Türklerin sorunlarını incelemek üzere çalışmalar yapmış ve hükümetlerine bir rapor sunmuşlardır. Bu rapor yayımlanmıştır.
Yunan Dışişleri Bakanı Averoff, anılarında (Cyprus –Lost  Opportunities, Kıbrıs - Yitirilen Fırsatlar) bu komisyondan bahsederken İstanbul’da 65 bin Rum olduğunu  yazmıştır. Buna yaklaşık 15 - 17 bin Elen (Yunanistan uyruklu İstanbullu) eklenince 1955 yılındaki İstanbul’daki Rum artı Elen nüfusu çıkar: 90 bin.
İstanbul’dan göç, 1964 yılında Kıbrıs’ta Rumların Türklere karşı giriştikleri soykırıma karşı bir şey yapamayan İnönü Hükümeti’nin 16 Mart tarihinde aldığı bir kararla İstanbullu Elenleri yurtdışına göndermesi sonucu başlamıştır. Elenler 1930 yılında ATATÜRK –Venizelos mutabakatı ile İstanbul’da yaşamalarına, taşınmaz mal almalarına ve işyeri kurmalarına izin verilen Yunanistan uyruklu İstanbullulardı.
27 Mayıs Darbesi’nden hemen sonra, DP’nin dört kurucusundan biri, yıllarca Dışişleri Bakanlığı yapmış, olaylarda Başbakan Yardımcısı olan Fuat Köprülü, kişisel Menderes-Zorlu kinine yenik düşerek, oğlunu da ateşe atmak pahasına aşağıdaki ihbarı yapmıştır. O tarihte kadar ne Rumların, ne Yunanistan’ın böyle bir iddiası vardı.
               Fuat Köprülü’nün oğlu Dr. Orhan Köprülü, olaylarda DEMOKRAT PARTİ İstanbul İl Başkanı idi!
Bu ihbar üzerine Yassıada’da bir hukuk skandalı olan 6/7 Eylül Olayları Davası sahnelenmiş ve T.C.Yargısı kendi kalesine bir penaltı gölü atarak T.C. Dışişleri Bakanı ile T.C. Başbakanının olayları tertiplediği yönünde karar vermiştir, 5 Ocak 1961.
Bir gün sonra Dr Orhan Köprülü, darbecilerin başına getirilen Cemal Gürsel’in Devlet Başkanı kontenjanından Kurucu Meclis üyeliğine atanmıştır. Yassıada yargılamalarındaki hukuksuzluğun en belirgin kanıtı bu karar ile bu atamadır.     
Günümüzde Türkiye düşmanları Yassıada’daki kararı “İşte kendileri bile olayları Türk hükümetinin en yetkililerinin tertiplediğini mahkeme kararı ile tescil ettiler” diyerek aleyhimize kullanmaktadır.
Olayları, her üç aşamada, yapanlar Türklerdir. Olayları tertipleyenler ise Londra’daki Kıbrıs Konferansı’nın sonuç bildirisi yayımlamadan dağılmasını isteyen Yunan Derin Devletidir.
Selanik’teki bomba ile İstanbul Ekspres’in yazı işleri müdürü Gökşin Sipahioğlu’nun ikinci baskı yapmak yönündeki ısrarı ve bomba olayını gerçek boyutunun dışına çıkararak çok abartması bu tertibin birer halkalarıdır.
Olaylar ATATÜRK’e karşı yapılan saygısızlığa tepki olarak patlak vermiş ve polisin yetersizliği ve askerin gecikmesi nedeni ile 4 saat süre ile kontrol edilememiştir. Polis bütün gücü ile başta Patrikhane ve Yunanistan Başkonsolosluğu olmak üzere tüm konsoloslukları korumuştur. Bunların bir camı bile kırılmamıştır. Trafik sıkışmış ve kilitlenmiştir.
Zorlu Londra’da 7 Eylül akşamı otelde bekleyen Yunan gazetecilere şöyle konuşmuştur:      
“Yunanistan’da sefaretimiz, konsolosluklarımız polis muhafazası altında, “Memleketimizde Örfi İdare ilanına mecbur olduk,
“Kıbrıs’ta çıkarılan gürültüleri (EOKA’nın faaliyetleri) bastırmak üzere İngiltere oraya asker yolluyor
“Müşterek tehlikeler karşısında ittifak etmiş olan üç müttefik arasındaki münasebetin tabii manzarası bu mu olmalı? Bütün bu işlerde fiili ve suçlu rol sizden geliyor. Bir müttefikten (İngiltere) toprak almağa kalkıştınız. Diğer müttefiğin (Türkiye) emniyetini tehdit ettiniz. Sabrını tükettiniz. Aramızda bu kadar zahmetle kurulan dostluğu yıktınız.
“Bütün ikazlarımıza rağmen Kıbrıs’ta ve her tarafta tahriklerinize devam ettiniz. Kıbrıs’ta çıkardığınız tedhiş (terör) hareketlerinde rol alanları radyolarınız, ‘Bir düzine vatansever’ diye övdü. Biz dostluğu korumak endişesiyle her türlü nümayişi önlemeye uğraşırken Yunanistan iki müttefiğin aleyhine hareketleri teşvik etti, heyecanları bile tutuşturdu.”
Zorlu’nun bu söyledikleri 9 Eylül 1955 tarihli VATAN Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Bu olaylara Türkiye’nin hiç ama hiç ihtiyacı yoktu. Yunanistan ise Londra’da açıklanan yeni Türkiye Kıbrıs Tezi nedeniyle uluslararası kamuoyunun Kıbrıs konusunda TARAF  olmadığının kabulünü mutlaka önlemek istiyordu. Bunun yolu da Konferans’ın sonuç bildirisi yayımlamadan dağılması idi.
8 Eylül günü Konferans olaylar nedeniyle herhangi bir bildiri yayımlayamadan dağıldı!
Yunan Dışişleri Bakanı’nın 7 Eylül sabahı olayları hiç duymamış gibi davranması konusunu da Mahmut Dikerdem ve benim dışımda hiçbir araştırmacı yarımız önemsemedi, nedense?      
SONSÖZ: Olaylar hakkında ortada bu kadar gerçek var iken bunları göz ardı ederek faturayı Zorlu ve Menderes’e kesmek VİCDANSIZLIKTIR…
(Mehmet Arif Demirer, 6 Eylül 2013 - Bodrum)  

24 Ağustos 2013 Cumartesi

MİLLİ MİSAK, HÜRRİYET MİSAK'I VE 12 TEMMUZ BEYANNAMESİ

MİLLİ MİSAK, HÜRRİYET MİSAK'I VE 12 TEMMUZ BEYANNAMESİ

I. DP KONGRESI VE MİLLİ MİSAK
7 Ocak 1947 günü başlayarak beş gün süren DP 1. Büyük Kongresi'nin Türk demokrasi tarihindeki yeri büyük olmuştur. Ayrıca Partinin bütün hayatında etkisi görülecek olaylara da sahne olmuştur.
Bu kongre, DP içindeki "müfrit-mutedil" ayrımını biraz daha belirginleştirdiği gibi, 27 Mayıs 1960 darbesine kadar etkisi sürüp giden parti içi kavgaların başlangıç kaynağı olduğu söylenebilir.
Kongrede, delegeler adeta bir ihtilal havası estirecek kadar coşkuluydular. Bayar'ın anlattığı kadarıyla, içinde Kenan Öner, Samet Ağaoğlu, Osman Bölükbaşı, Dr. Mükerrem Sarol ve Osman Sarol'un bulunduğu bir grup, parti milletvekillerinin Meclis 'ten çekilmelerini istiyor, iktidarı, milletle karşı karşıya getirmekte çıkar yol görüyordu.
Buna karşılık veren bir itidal grubunun da olduğunu belirten Bayar, Adnan Menderes, Refik Şevket İnce, Ekrem Hayri Üstündağ, Hulusi Köymen'in sözcülüğünü yaptığı ve zaman zaman Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu ve Refik Koraltan tarafından desteklenen bu grubun, Kongre'de, ilerde DP'nin "müfrit - muhafazakâr" kanadında yer alacak bazı şahsiyetler, çok sert konuşmaları ile dikkatleri üzerine çekmiştir.
Bursa delegesi Fuat Ama, "istibdat devrinde millet padişaha karşı, 'senden büyük Allah var' derdi. Bugün de biz iktidar sevdalılarına, senden büyük millet var diyoruz" diye konuşurken, General Sadık Aldoğan da, "Yapılacak iş, Anayasayı tadil etmek değil, Anayasaya aykırı kanunlar yapan Cumhuriyet Halk Partisi 'ni yaptığı kanunlarla beraber süpürüp atmaktır...
Kongrede, özellikle Bölükbaşı büyük tesir bırakmıştır. Bölükbaşı' nın konuşmasında geçtiği öne sürülen ve pek çok kaynakta zikredilen, "Bu memleket 23 senedir kızıl bir sultan idaresinde sevk ve idare olundu" gibi bir ifadeyi, Bölükbaşı, daha sonra tekzip etmiş ve nutkunda kızıl sultanlar tabirini kullanmadığını, sadece tek parti zihniyetini ortaya koyacak şekilde, Abdülhamit'ten bahisle, "Taçsız-tahtsız sultan istemiyoruz. 23 senelik idarenin adı ile tadı bir olmamıştır" şeklinde bir ifade kullandığını belirtmiştir.
Yine, Kongre başkanı kim olacak, Genel İdare Kurulu (GİK) kaç üyeden oluşacak ve kimler olacak konularında, DP Kuruculan ile "müfritler" arasında sert tartışmalar yaşanmıştır. Kurucular Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu'nun Kongre başkanı olmasını isterlerken, "müfritler" Kenan Öner'i istiyorlardı. Yine Köprülü ve Menderes, GİK üye sayısının 9 olmasını ve kendi otoritelerini sarsacak kişilerden oluşmamasını isterlerken, Öner, Bölükbaşı, Emin Sazak, Ağaoğlu gibi şahsiyetler, daha demokratik olur gerekçesiyle GİK üye sayısının 15 olmasını arzu ediyorlardı (Ağaoğlu, 1992: 44-45).
Sonuçta Kongre başkanlık seçimini Öner kazandı. Öner, seçimlerden sonra parti Kurucularına ve en çok da Fuat Köprülü'ye karşı çıkmıştı. Demokrat Parti milletvekillerinin Meclise katılmadan "sine-i millete" dönmesini isteyenlerin başında geliyordu. O ve onun gibi düşünenlere göre, Meclise girmek Halk Partisi iktidarını ve iktidarın devlet yönetimindeki "totaliter" görüşlerini, hele seçimlerdeki baskı ve hilelerini en azından affetmek olacaktı (Ağaoğlu, 1992: 416).
Menderes ve Köprülü yeni isim olarak Kütahya mebusu Ahmet Tahtakılıç ile Fevzi Lütfü Karaosmanoğlu'nun GİK'e girmesini istiyorlardı. Fakat genç kuşaklardan başkalarının ve bu arada Samet Ağaoğlu ile Bölükbaşı 'nın seçilmesini benimsemiyorlardı. Özellikle Orta Anadolu, Karadeniz, Orta Batı ve Doğu illerinden gelen delegelerin pek çoğunun, Parti müfettişieri olarak Bölükbaşı - Ağaoğlu ikilisine gösterdikleri sevgi karşısında, Menderes ve Köprülü rahatsız olmuşlardır. Çünkü onlar, bu iki aktif, hırslı ve muhalif tabiatlı gençlerin GİK'e girerek, kendilerinin nüfuzlarını sarsmalarını istemiyorlardı (Ağaoğlu, 1992: 46). Onların seçilmesi demek, Kurucuların parti üzerindeki inhisarının zayıflaması demekti. Her ikisi de DP müfettişi olarak Anadolu'yu karış karış gezmişler ve pek çok il, ilçe ve belde teşkilatlarını kurmuşlardı.
Gizli oyla yapılan seçimde, genç kuşaklardan Ahmet Tahtakılıç, Ahmet Oğuz, Hasan Dinçer ile Samet Ağaoğlu GİK'e girmişlerdir. Ağaoğlu'nun anlattıklarına bakılırsa Bölükbaşı kulis aralarında, delegelere kendisini, "Ne de olsa hamurları tek parti devrinin teknesinde yoğrulmuş Kuruculara karşı Genel idare Kurulu 'nda demokrat düşüncenin bir garantisi olmak" vaadi ile takdim etmiş, nefes nefese konuşması ile delegeden delegeye koşmuş, ancak isteğine kavuşamamıştır (Ağaoğlu, 1992: 58-59).
DP'nin Birinci Kongresi'nde yaşandığı ileri sürülen bir başka gelişme de, parti içinde bir grubun, Mareşal Çakmak'ı Bayar yerine DP'nin liderliğine geçirmek yönünde bir girişimidir. Bunlar DP İzmir il haysiyet divanı üyelerinden Dr. Mustafa Ali Kentli önderliğinde (ileride görüleceği üzere, Mustafa Kentli DP içinde kuruculara karşı ilk muhalefeti başlatan ve daha sonra partiden ihraç edilen ilk "müfrit"tir), emekli general Rasim Aktuğ ve arkadaşlarıdır (Ant, 12.2.1947). Onların nazarında Bayar' ın günahı, 1946 seçimlerinin sonucunu fiilen ve hukuken kabul etmek, CHP' ye ve bilhassa İnönü'nün muhataplığına rıza göstermekti. Gerçekten de Mareşalcilerden İzmirli Dr. Mustafa Kentli, DP'nin il haysiyet divanı üyeliğinden 1947 içinde istifasını verirken o günler hakkında bir ifşaatta bulunmuştur. Kentli, kongre esnasında başkan Kenan Öner'in bir emrivaki yaparak Mareşal'i DP lideri seçtirmek istediğini belirtmiştir.
Nihayetinde DP Birinci Büyük Kongresi, Anayasaya aykırı kanunların tasfiyesi, Seçim Kanunu'nun güvenceli hale getirilmesi, devlet başkanlığı ile parti başkanlığının ayrılmasını isteyen Hürriyet Misakı'nı ilan etmiş ve bunlar yerine getirilmediği müddetçe, Meclis'ten çekilip "sine-i millet"e dönme yetkisi verilmesi kararının Kurucuların hakim olduğu GİK' e verilmesini karara bağlamıştır. Başlarında Öner'in bulunduğu bir hizip (müfritler) şiddetli hareket edilmesini ve DP mebuslarının istifalarını vererek sine-i millete dönülmesini ve CHP iktidarının gayr-ı meşru olduğunun ilan edilmesini istiyordu. Samet Ağaoğlu, Bölükbaşı, Mükerrem Sarol, Osman Kapani ve İsmet Bozdağ bu düşüncede olanlardandı.
Bunlara ilaveten kongrede delegelerin pek çoğu, büyük kongreye ait olan Meclis'ten çekilme yetkisinin, Kurucuların hakim olduğu GİK'e verilmesi taraftarı olmamasına rağmen, Kurucular bu konuda ağırlıklannı koyarak istedikleri kararı çıkartmışlardır (Goloğlu, 1982: 155).
***
II. DP KONGRESI VE HÜRRİYET MİSAK-I / MİLLİ AND
BÜYÜK KONGREDE KABUL EDİLEN “HÜRRİYET MİSAK”I,
(CHP söylemlerinde “Milli Husumet Andı” olarak iddia ve ifade olunur )
“ – Seçim kanununun ve seçimlerle alakalı hükümlerin vaz’ından maksat millet iradesinin serbest tecellisini teminden ibarettir. Mevzuu kanunlara ve müesses nizama aykırı hareket, kuvvet darbesi, millet ve vatandaş haklarının ihlali neticesine varacağından, buna meydan verilmemek üzere;, Memleket için büyük zarar ve tehlikeleri mucip olacak bu hale müsaade edilmemesi, bu mevzuda haklarına tecavüz olunan bütün vatandaşların meşru müdafaa halinde kalmaları, haklarını Anayasa ve Türk Ceza Kanununun müeyyidelerine dayanarak hareket etmeleri kaçınılmaz bir zaruret olacaktır. Bu hususların rey sahibi bütün partilere ve Türk umumi efkârına bildirilmesi, ayrıca Hükümetin ve vazifelilerin keyfiyetten haberdar edilmelerinin temini zaruri görülmüştür.
Ancak, tek parti zihniyetini ve Halk Partisi iktidarını, kanunların ihlali pahasına da olsa devamını kararlaştırmış olanlar, kongremizin bu kararı almış olmasını halkı ihtilale teşvik mahiyetinde tefsir etmeye kalkışabilirler. Hal buki ihtilal mevcut ve müesses içtimai ve siyasi nizamın cebren değiştirilmesine matuf bir hareket olup, yukarıda tavsif edilen hareketler ihtilal tabirinin tamamıyla şümulü dışında meşru hakların ve meşruiyetin müdafaası mahiyetindedir. Bu itibarla vatandaş siyasi hak ve hürriyetlerinin kullanılmasına ve milli hâkimiyet ve hürriyet esaslarının tahakkukuna herhangi bir surette engel olacak kanun dışı hareketlerden tevakki olunması lüzumunu memleketin en yüksek menfaatleri hesabına belirtmek isteriz.
Aksi yolda harekete teşebbüs edenlerin ise, milli vicdanın ifadesi olan millet husumetine maruz kalmak gibi “ ağır ve tarihi “ bir mesuliyete mahkûm olacakları muhakkaktır.”
... ( Halk Partisi / CHP tarafından bu karar “ Milli Husumet Andı “ olarak algılanmış ve tahrik unsuru olarak kullanılmıştır. ) Oysa “Hürriyet Misakı”, Misak-ı Millinin tamamlayıcı ve bütünleyici, vazgeçilmez bir unsuru olup; 1938-1950 arası Halk Partisi ve hükümetleri tarafından ısrarla takip olunan ve yer-yer şiddet ve husumetle uygulanan despotizm ve demokrasi karşıtı diktayı hedef alan bir duruştur. 
***
MİLLİ MİSAK VE HÜRRİYET MİSAK'I HAKKINDA
(yorum, eleştiri ve katkılar)
10 Ocak 1947: Demokrat Parti 1. Kongresi’nde “Hürrüyet Misakı” kabul edildi…
Marksist.org // Pazar, 09 Ocak 2011 23:20
Demokrat Parti 1. Kongresi'nde "Hürriyet Misakı" kabul edildi. Raporda Anayasa'ya aykırı yasaların kaldırılması, Anayasa'nın tam olarak uygulanması, yeni seçim yasası hazırlanması ve cumhurbaşkanlığı ile parti genel başkanlığının birbirinden ayrılması isteniyordu. Bu karar 7 ay sonra kısmen etkisini göstererek, İnönü'nün verdiği bir demeçle partiler arasında tarafsız kalacağı ve DP'nin güvence altında muhalefet yapabileceği sözünü vermesine yol açtı.
Savaş yılları ve emekçi halk üzerinde sömürü ve baskı
İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesi ve faşizmin yenilmesi Batı Avrupa'daki tek şef, tek parti rejimlerinin de büyük ölçüde sonunu getirmişti (İspanya ve Portekiz hariç). Diğer yandan Türkiye'nin Stalinist Sovyetler Birliği'yle olan ilişkilerinin bozulması ülkenin Batı'ya yanaşmasına neden olmuştu. Bu nedenle Batı ülkelerine hoş görünmek amacıyla göstermelik de olsa çok partili döneme geçilmesi ihtiyacı doğmuştu. Bunun yanı sıra Türkiye'nin iç politikasında egemen sınıflar arası görüş ayrılığı su yüzüne çıkmıştı. İşte bütün bu iç ve dış faktörler Demokrat Parti'nin kuruluş sürecine ortam hazırladı.
Türkiye 2.Dünya Savaşı'na doğrudan katılmamış olsa da Hükümetin uyguladığı savaş ekonomisi geniş emekçi kitleleri iyice yoksullaştırmıştı. Öte yandan siyasi baskı iyice artmış, Grev yapma, sendika kurma, basın özgürlüğü gibi en temel haklar hatta burjuva muhalefet bile yasaklanmıştı. Bunların yanı sıra Varlık Vergisi, Milli Koruma Kanunu gibi uygulamalarla Türk-Müslüman ticaret ve sanayi burjuvazisine mülk ve servet aktarımı da hızlanmış ve ayrıca Savaş esnasında yürürlüğe giren Toprak Mahsulleri Vergisi de yoksul köylüler üzerindeki yükü de arttırmıştı.
1945 yılında değişen dünya konjonktürü Türkiye'de sınırlı da olsa muhalefetin canlanmasını sağlamıştı. Bunun da ötesinde egemen sınıflar arasında bölünme de kaçınılmaz hale gelmişti. Bu bölünmeyi hızlandıran olay ise 1945 yılında mayıs ayında Meclis'te görüşülmekte olan "Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu" olur. Bu kanun yoksul köylülerin bir bölümüne sınırlı da olsa toprak dağıtımını öngörüyordu. Ancak sanılanın aksine bu kanun köklü bir toprak reformu öngörmüyordu. Buna karşın Kanun, Parti içersindeki toprak sahibi kesimin tepkisine neden oldu. Aynı yıl içersinde, Kanuna muhalefet etmiş isimler olan "Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Refik Koraltan ve Celal Bayar" "Dörtlü Takrir" adlı belgeyi yayımladılar.
Bu belgede, ana hatlarıyla, anti-demokratik uygulamaların yürürlükten kaldırılması isteniyordu. CHP yönetimi bu belgeye sert bir yanıt verdi. Demokrasi taleplerinin dile getirilmeye başlanması, ideolojik ve sınıfsal açıdan aralarında önemli görüş ayrılıkları olmasına karşın farklı muhalif grupları tek parti diktatörlüğüne karşı bir araya getirdi. Örneğin Zekeriya ve Sabiha Sertel çiftinin çıkardığı "Tan" gazetesi CHP içersindeki muhalif grupların yazılarını kendi gazetelerinde yayımlamalarına izin verdiler. Liberal basının bir bölümü de sütunlarını muhalif gruba açtı.
Dörtlü grubun gazete ve dergilerde muhalefetlerini sürdürmeleri, partiden ihraç edilmeleri ve istifalarla sonuçlandı. Sonbahar aylarına gelindiğinde artık yeni bir parti kuracağı kulislerde konuşulmaya başlandı. Nihayet 7 Ocak 1946 günü Celal Bayar liderliğinde Demokrat Parti kuruldu. Burada hatırlatmak gerekir ki, 1930 sonrası ilk kurulan muhalefet partisi, demiryolu yapımıyla zenginleşen dönemin ünlü sermayedarlarından Nuri Demirağ'ın kurduğu Milli Kalkınma Partisi'ydi fakat bu parti hiçbir varlık gösteremeyecekti.
Solu olmayan demokrasi
Demokrat Parti'nin kurulması resmi tarih kitaplarında cumhuriyet döneminde "demokrasiye geçiş" olarak anlatılır. Oysa bu durum tam olarak gerçeği yansıtmamaktadır. Aslında CHP açısından DP'nin kurulması önceleri bir muvazaa olarak algılanmış yani tıpkı Serbest Fırka gibi güdümlü bir muhalefet olarak düşünülmüştü. Bazı anı kitaplarında da anlatıldığı gibi DP kurulmadan önce Celal Bayar birkaç kere Çankaya Köşkü'ne çıkarak dönemin Cumhurbaşkanı ve Milli Şefi İsmet İnönü ile görüşmeler yapmış ve bu ziyaretler gizli tutulmuştur.
Celal Bayar bu görüşmeler esnasında İsmet İnönü'ye, kurulacak partinin CHP'nin genel politikalarından sapmayacağı konusunda güvence verir. İsmet İnönü'nün Celal Bayar'dan bir isteği de özellikle Kürt hareketinin gelişmemesi için partinin Kürt illerinde örgütlenmemesini olur. Nitekim CHP de o sıralarda o bölgede parti faaliyeti yürütmemekte ve üstelik merkezden atanan bölge illerinin milletvekillerinin bir kısmı seçildiği ili hayatında hiç görmemişti.
Yeni dönemde ayrıca sol partilere izin verilmez 1946 yılında kurulan iki sol parti hemen kapatılır. 1945 yılında Tan gazetesine yönelik baskın, 1947 yılında Dil Tarih'teki solcu öğretim üyelerinin tasfiyesi gibi olaylarda görüldüğü gibi "Soğuk Savaş" koşullarında sol üzerinde baskılar artar.
Bu koşullarda DP hareketi önceleri muvazaa olarak algılansa da, durum bunun da ötesine geçecek ve solun ve farklı alternatiflerin olmadığı bir ortamda geniş halk kitleleri DP'ye büyük teveccüh göstereceklerdi.
*
18 Ekim 2012 Perşembe  00:02 - Aziz ÜSTEL, Star Gazete
Modernleşme tarihinde 1950 seçimlerine uzanan yol
Demokrat Parti ilk katıldığı 1946 seçimlerinde “iktidarın seçim pusulalarında hile yaptığını” ilan edip Recep Peker hükümetini yerden yere vuruyordu ve 1947’de yaptığı ilk kongresinde Hürriyet Misakı’nı kabul etti; bu, misak-ı millinin kasıtlı bir taklidiydi. DP, Hürriyet Misakına dayanarak, hükümetin demokrasiyle bağdaşmayan kimi yasaları geri çekmemesi durumunda meclise girmeyeceğini ilan etti. İsmet İnönü bu tehdidin önemini o saat kavradı. Çünkü oy pusulalarında yapılan hileler yüzünden Peker hükümeti hem içte hem de dış dünyada “meşruiyeti kuşkulu” ilan edilmişti ki bu görüş, ABD katında da onaylanmıştı. Amerikan yardımının çok önemli olduğu bir dönemde İnönü hemen Peker’in istifasını istedi, yerine San Francisco Konferansı’nda Türk heyetine başkanlık eden Hasan Saka’yı getirdi. Ve CHP hemen “değişim siyasetine” soyundu. Kasım 1947 kurultayında ilk kez serbest girişimi savundu, Çiftçiyi Topraklandırma Yasası’nın 17. maddesini geri çekeceğini açıkladı. Ardından dini siyasete alet ettiğini öne sürdüğü DP’yi alt etmek amacıyla okullarda din eğitimine izin verme kararı aldı. İsmet İnönü’nün yenilikçilere destek vermesine rağmen parti parçalanmadı; bu da CHP’nin içindeki disiplinin göstergesiydi. CHP’nin bu uzlaşmacı tutumu DP’de derin sorunlara yol açtı. Çünkü DP’lileri bir arada tutan şey, tutarlı bir siyasi program değil, CHP’ye karşı yürüttükleri ortak muhalefetti.
**
Ne kadar ilginç değil mi; günümüzdeyse roller değişti. Yani CHP aynı DP’nin durumunda. CHP’yi bu gün bir arada tutan tutarlı bir siyasi program falan değil AK Parti’nin yaptığı her şeye karşı çıkmaya dayalı bir siyaset anlayışı! Neyse.
Demokrat Parti önderlerini fazla ılımlı bulan kimi milletvekilleri 1944’te İnönü’nün Genelkurmay Başkanlığı’ndan azlettiği Fevzi Çakmak’ın önderliğinde Millet Partisi’ni kurdu ve DP’nin meclis gurubu 1949’da yarı yarıya azaldı. Ama DP, böylece daha tutarlı bir partiye dönüştü; safra atmış oldu. İnönü Millet Partisi’nin DP oylarını böleceği inancından yola çıkarak, daha önceleri “İslamcı eğilimleri” nedeniyle dışladığı Şemseddin Günaltay’ı başbakanlığa getirdi. Bugün de CHP aynı siyaseti gündeme getiriyor; program yerine dindar kesime rampalamanın yol ve yöntemini arıyor. Değişimden anladıkları bu olsa gerek; geçmişte yolculuk! Halbuki evrilmeyi başarsa parti safra atıp ciddi, tutarlı bir yapıya kavuşacak! Neyse.
Seçim yasası muhalefetin dayatması sonucunda değiştirildi; Şubat 1950’de seçimlerin 14 Mayıs’ta yapılması kararlaştırıldı. Sonuçsa CHP için tam bir hüsrandı; DP oyların yüzde 53.4’ünü alırken CHP yüzde 39.8’de kaldı. CHP seçim sonuçlarını itirazsız kabul etti, hatta İnönü, kimidurumdan vazife çıkarmaya meraklı askerlerin darbe yapmasını engelledi. Türkiye demokrasiyi benimsemişti; iktidar halkın oylarıyla el değiştirmişti. Bu demokrasiyi sindirme süreci on yıl devam etti. Derken, 27 Mayıs’ta diktacılık, vesayet tutkusu ve elitizm yeniden hortladı.
***
Hürriyet misakı, Demokrat parti 'nin kuruluşunun ilk yıldönümünde toplanan (7 ocak 1947) büyük kurultay sonunda yayımlanan bildirge. Özgürlüklere yönelik soyut bir özlemler paketi niteliğindeki bu bildirge, iktidar yanlısı basında ve hükümette büyük tepkilere yol açtı. iktidar -muhalefet ilişkilerinin sertleşmesi üzerine, cumhurbaşkanı i. inönü ile DP genel başkanı C. Bayar arasında başlatılan görüşmeler, inönü tarafından yayımlanan 12 temmuz beyannamesi ile yeni ve olumlu bir yörüngeye girdi. 
NÜVE FORUM

12 Temmuz Beyannamesi

Tarihten olaylar - 01:54, 12 Temmuz 2013 Cuma
Demokrasiye doğru bir adım: 12 Temmuz Beyannamesi

Demokrasiye doğru bir adım: 
12 Temmuz Beyannamesi
İnönü, “meşru ve kanuni siyasi partilere karşı tarafsız ve eşit muamele mecburiyeti, siyasi hayat emniyetinin temel şartıdır” diyerek Peker hükümetinin muhalefet partilerine karşı tarafsız ve eşit yaklaşmadığını açıktan ifade ediyordu.

Ömer Aymalı- Dünya Bülteni / Tarih Dosyası
1945 yılı Türkiye’nin siyasi hayatında yeni bir dönemin kapısını açtı.  II.Dünya savaşı sonrasında demokratik değerlerin kutsanmaya başladığı günlerde Türkiye de rejimini serbestleştirme yoluna girecekti.  Uzun yıllar sonra ilk kez iktidar partisinin karşısında bir muhalefet partisinin kurulmasına izin verildi. Cumhuriyet Halk Partisinden ayrılan bazı milletvekilleri Demokrat Partiyi kurarak siyasal alanda muhalefete başladılar. İktidar ve muhalefet partisi arasındaki mücadele çoğu zaman gerginliklere sahne oldu.
Bu gerginliklerden biri 1946 seçimlerinin ardından yaşandı.  Türkiye’nin ilk çok partili genel seçimi olan 1946 yılı seçimlerinden sonra Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Recep Peker’i başbakanlığa atadı. Demokratikleşme yoluna girmiş Türkiye’de, tek partili rejimle özdeşleşmiş bir kişiliğin başbakanlığa getirilmesi muhalefet partisinde büyük bir hayal kırıklığına sebep oldu. Peker kabinesinin göreve başlaması ile iktidar ile muhalefet arasındaki gerginlik günden güne arttı. 
Peker muhalefete oldukça sertti. 1947 bütçe görüşmelerinde hükümeti eleştiren Demokrat Parti liderlerinden Menderes’e “maraz bir psikopat ruhun ifadesi”  şeklinde karşılık verecekti. Bu ifadeler muhalefetin meclis oturumlarını uzunca bir süre protesto etmesine sebep olurken iktidar muhalefet ilişkisini daha da gerginleştirdi.
          Recep Peker                          İsmet İnönü                        Celal Bayar
İktidar ile muhalefet arasındaki ilişki gitgide bozulurken 7 Ocak 1947 tarihinde Demokrat Parti kurultayı toplandı. Bu kurultayda Hürriyet Misakı adı verilen bir rapor kabul edildi. Kurultayda kabul edilen raporda Anayasaya aykırı anti demokratik yasaların kaldırılması, yargı bağımsızlığı, seçim sisteminin yeniden düzenlenmesi, hükümetin ve idarenin tarafsızlığının sağlanması, parti başkanlığı ile cumhurbaşkanlığının birbirinden ayrılması gerektiği açıklanıyordu. Demokratik bir yönetim için gerçekleşmesi gereken bu isteklerin karşılanmaması halinde ise sine-i millete dönüleceği ifade ediliyordu.
Demokrat Partinin aldığı bu karar CHP ile DP arasındaki ilişkileri daha da gerginleştirdi. Nisan ayında yapılacak İstanbul ara seçimlerine Demokrat Parti girip girmemeyi tartışırken Recep Peker 1 Nisan da seçime katılmak istemeyen DP’ye “ istiklal mahkemeleri kanunun hala meri (yürürlükte)  olduğunu hatırlatıyordu. Bu gelişme Demokrat Parti ile CHP arasındaki ilişkileri tam anlamıyla kopardı. Demokrat Parti İstanbul’daki ara seçimlere katılmadı. İktidar ile muhalefet arasında gerginliğin sürekli bir şekilde artması üzerine Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Başbakan Recep Peker ve Demokrat Parti lideri Celal Bayar ile haziran ayının ilk haftasından itibaren bir dizi görüşme yaptı. İnönü Recep Peker’den çok partili sistemin sağlam temellere oturtulmasını sağlayacak düzenlemeler yapmasını talep etti. Ancak Peker bu isteklere karşı çıktı. Bu gelişme üzerine 12 Temmuzda cumhurbaşkanı İnönü tarafından bir beyanname yayınlandı.
'12 Temmuz Beyannamesi’ adıyla ünlenen bildiri, 11 Temmuz günü radyoya ve Ajans’a verildi, 12 Temmuz günü ise gazetelerde yayımlandı. İnönü beyannamede, iktidar ve muhalefetin iddialarını dinlediğini, kendisinin her iki partiye de eşit mesafede olarak her iki tarafın da haklılık paylarının olduğunu ifade ediyordu. Bununla beraber  “meşru ve kanuni siyasi partilere karşı tarafsız ve eşit muamele mecburiyeti, siyasi hayat emniyetinin temel şartıdır” diyerek Peker hükümetinin muhalefet partilerine karşı tarafsız ve eşit yaklaşmadığını açıktan ifade ediyordu.  İnönü, “Muhalefet, teminat içinde yaşayacak ve iktidarın kendisini ezmek niyetinde olmadığından müsterih olacaktır.  İktidar, muhalefetin kanun haklarından başka bir şey düşünmediğinden emin bulunacaktır”  ifadeleriyle iktidar ve muhalefetin ülke demokrasisine katkı sağlamak için beraber çalışması gerektiğini belirtiyordu.
Bu beyanname ile İnönü Türkiye’nin yönünün çok partili demokrasi olduğunu tek partili düzene bir daha dönüş olmayacağını açıkça ilan etmiş oldu. Yaşanan bu gelişmelerin ardından Başbakan Recep Peker Ağustos ayının sonunda istifa etmek zorunda kaldı.
12 Temmuz Beyannamesi
Hükümet Reisi ile ve Muhalefet Lideri ile son günlerde memleketin iç durumu üzerindeki konuşmalarımı ve bu hususta kanaatlerimi ve fikirlerimi söylemek zamanı gelmiştir.
7 Haziran tarihinde görüşmek üzere çağırdığım Bay Celal Bayar bana Demokrat Partinin, idare mekanizmasının baskısı altında bulunduğunu beyan ve şikayet etti. Haberdar ettiğim Başbakan, aynı mevzuları daha evvel aralarında görüştüklerini hikaye ederek, böyle bir baskının olmadığını, idare mekanizmasının memleketin huzurunu bozacak mahiyetteki tahriklere karşı çok güç durumda kaldığını beyan eyledi. Bundan sonra, iki tarafı bir arada dinlemek için, 14 Haziran tarihli buluşmayı tanzim ettim. Başbakan ve Yardımcısı Devlet Bakanı ile Demokrat Parti Genel Başkanı hazır bulundular. İki taraf arasıda karşılıklı tartışma içinde iki buçuk saat devam eden bu konuşma, başladığı noktada bitti. Demokrat Parti Başkanı, partisinin baskı altında bulunduğu noktasında ısrar ve partisinin kanun dışı maksatlar ve ihtilal usulleri takip ettiğine dair ithamları reddetti. Hükümet Reisi, idare mekanizmasının baskı yaptığı iddiasını kabul edemeyeceğini ve şikayet vesikalarını tetkik ve takibe hazır olduğunu tekrar söyledi ve Muhalif Partinin çalışma usullerini düzeltmesi lazım olduğu iddiasında kaldı.
17 Haziran tarihinde Bay Bayar’ı tekrar kabul ettim. Bana, vaziyeti arkadaşlarıyla görüştüğünü, benim durumuma karşı teşekkürle mütehassıs olduklarını söyledikten sonra, baskı vardır kanaatinde olduklarını ifade eyledi. Bunun üzerine; iki defa görüştüğüm Başbakan, iktidar partisiyle muhalefet partisinin Büyük Meclisteki münasebetleri ve karşılıklı çalışmaları yolunda hayırlı terakkiler olduğunu takdirle söyledikten sonra, biz de kendimize düşen vazifeleri sadakatle ifa edeceğiz, size söz veriyorum dedi ve iki ay sonra Büyük Meclis toplanıncaya kadar partilerin münasebetlerinde itimadı artıran terakkiler olacağına ümidinin kuvvetli olduğunu ilave eyledi.
Bu beyanatı Bay Bayar’a 21 Haziran tarihinde naklettim. Bay Bayar, bu konuda fiili neticeye intizar edilmesi lazım geleceğini bildirdi. Bundan sonraki tartışmalar Muhalefet Liderinin Sivas nutkunda ve Hükümet Reisinin 2 Temmuz tarihli beyanatında ve ondan sonraki karşılıklı cevaplarda görülmüştür. Vaziyet hulasa olunursa, iki taraf şikayetlerinde ve savunmalarında ısrar etmiş ve şiddetli tartışmalar esnasında karşılıklı iyi niyetlerin ifadesi olan bazı tatmin edici parçalar hatırlarda kalmıştır. Siyasi havayı yumuşatan bir iyilik olmak üzere, dertleri bilenlerin, kendiliklerinden, karşı tarafı teskin edici tedbirler alacakları ümidi uyanmıştır. Bunun dışında olarak, durum, Muhalefet Partisi Liderinin “fiili bir netice beklemek” şeklinde ifade ettiği hükümde görülür. Yani, bir başka türlü söylenirse, vaziyet karşılıklı iddialar bakımından düğüm halini muhafaza etmiştir.
Şimdi ben, bu düğümü çözmeğe çalışacağım. İki tarafın şikayet ve müdafaalarının delillerini tafsil etmekte fayda görmüyorum. Zaten bunlar umumi efkarca da kafi derecede bilinmektedir. Gördüm ki, taraflardan hangisinin haksız, yahut hangisinin daha evvel karşısını kırmağa başlamış olduğunu aramakta da fayda yoktur. Ben, idare mekanizmasının baskı yaptığını Hükumet Başkanının kabul etmemesini, öyle bir hareketi tasvip etmeyeceğini katiyetle beyan eylemesini, bir teminat ifadesi olarak aldım ve bunu Bay Bayar’a söyledim. Ben, Muhalefet Liderinin kanundışı maksatlar ve metotlar isnadını reddetmesini, muhalif parti çalışması için şart olan kanun içinde kalmak esasının göz önünde tutulduğuna ve tutulacağına dair tatmin edici bir teminat olarak kabul ettim ve Başbakana bunu söyledim. Her iki tarafla uzun konuşmalardan çıkardığım bu neticelere inanmak istiyorum ve inanıyorum. Bizi bu inanışa getiren bu durumu, memlekette siyasi partilerin çalışıp gelişebileceğine kati ümit veren en mühim merhale sayıyorum. Şimdiye kadar, memlekette geçen iktidar ve muhalefet tecrübesinin muvaffak olmamasını, bir seneden beri geçirdiğimiz tecrübelere, onların dayanamamış ve bu günkü siyasi durumu elde edememiş olmalarında görüyorum. Benim kanaatimce, bir buçuk seneden beri geçirdiğimiz tecrübeler ağır ve bazen ümit kırıcı olmuştur; amma, gelecek için her türlü ümitleri haklı çıkaracak bir muvaffakiyet temin edilmiştir. Bu durumu muhafaza etmek ve onun gelişmesini sağlamak, iktidar ve muhalefet partilerinin vazifeleri olmak lazımdır. Gelecek için tedbirler, benim kabul ettiğim gibi, şu noktadan hareket etmekle bulunabilir. Benim, bu son dinlediğim karşılıklı şikayetler içinde mübalağa payı ne olursa olsun, hakikat payı da vardır. İhtilalci bir teşekkül değil, bir kanuni siyasi partinin metotları ile çalışan muhalif partinin, iktidar partisi şartları içinde çalışmasını temin etmek lazımdır. Bu zeminde ben, Devlet Reisi olarak, kendimi her iki partiye karşı müsavi derecede vazifeli görürüm.
İdare mekanizması, yani Valilerimiz ve maiyetleri, bir seneden beri çok ağır bir tecrübe geçirmişlerdir. Öyle zamanlar oldu ki, memlekette hükümetin mevcut olup olmadığı bile şüphe götürür idi.
Sorumlu Hükümetin huzur ve asayiş vazifesi münakaşa götürmez. Fakat, meşru ve kanuni siyasi partilere karşı tarafsız, eşit muamele mecburiyeti, siyasi hayat emniyetinin temel şartıdır. Bu arada, siyasi partilere mensup olan veya görünen hususi maksat sahiplerinin şirretliklerini pervasız olarak tesirsiz bırakmak hususunda partilerin dikkat göstermeleri icap eder.
Siyasi partilerin hangisi işbaşına gelirse gelsin, onları, idare mekanizmasında çalışanların, haklarına ve itibarlarına karşı adaletli bir zihniyette olacaklarına inandıracaklardır. 
Zannediyorum ki, Hükümet Reisi ile Muhalefet Lideri arasındaki son tartışmada, iki tarafı sebat ettikleri noktadan ayırmak gayretine düşmeksizin, her iki tarafın bekledikleri şeyleri söylemiş ve temin etmiş oluyorum.
Vatandaşlarıma, Hükümetle ve iktidar partisi ile muhalefet partisi arasında görüşme ve araya girme safhalarını olduğu gibi anlatmış olduğumu ümit ederim. Varmak istediğim netice, başlıca iki parti arasında temel şartın, yani emniyetin yerleşmesidir. Bu emniyet, bir bakımdan memleketin emniyeti manasını taşıdığı için, benim gözümde çok ehemmiyetlidir. Muhalefet, teminat içinde yaşayacak ve iktidarın kendisini ezmek niyetinde olmadığından müsterih olacaktır. Büyük vatandaş kütlesi ise, iktidarın bu partinin veya öteki partinin elinde bulunması ihtimalini vicdan rahatlığı ile düşünebilecektir. Bu neticeye varmak için karşılaştığım güçlükler, çok zaman, yalnız ruhi mahiyette olan amillerdir. Bu güçlükleri yenmek için, siyasi hayatımızı idare eden, iktidarda veya muhalefetteki liderlerin samimi yardımlarını isterim.
Bu beyanatımı, neşrinden önce, Başbakanla Muhalefet Lideri görmüşlerdir. 12 Temmuz 1947 
T.C. Cumhurbaşkanı
İSMET İNÖNÜ

31 Temmuz 2013 Çarşamba

AKİS DERGİSİ: "Geç Aslanım, Geç..."

"Geç Aslanım, Geç...” Dünyanın En Güzel Mizah Yazısı. (Alıntı: 3 Ekim 1960 AKİS Dergisi Sh.7)

29 Temmuz 2013   
AKİS DERGİSİ, 3 Ekim 1960 - Sayı: 320 Sh:7
Kapak Resmi ve Üzerindeki Yazı;
Orhan Erkanlı-Duruşmaların Tanzimcisi
- ALT TABAN

"Geç Aslanım!..."

”Cumhuriyet Başyazarı Nadir Nadi geçen hafta içinde son derece alaka uyandıran ve her yerde konuşulan güzel bir başyazı yazdı: 555 K! Bu hislere  ancak samimi olanların hakkı vardır. diyor. 
Bunda, ancak Bayar – Menderes rejimine karşı samimiyetle vazife almış bir gazetecinin hakkı olan hisleri dile getiriyor, sonra İhtilali sadece kendisinin yaptığını sanmaya başlamış kimseleri pek tatlı, pek nazik şekilde ikaz ediyordu.
555 K.
 İki gün sonra Yeni Sabahta bir başyazı çıktı.  Yazının başlığı gene 555 K idi. Ama altındaki imza şuydu: Kılıçlıoğlu! Belkide asrın mizah tarihine altın harflerle geçecek olan yazı hiç şüphe yok AKİS okuyucuları tarafından alakayla okunacaktır”.,,,,,,,,,
Akise göre Dünyanın En Güzel Mizah Yazısı buymuş.
Geçen gün sayın arkadaşımız Nadir Nadi’nin 555 K. başlıklı yazısını okudum.Tesadüfen o gün bende Ankara’da bulunuyordum. Ne tuhaf rastlayış diye düşündüm.: Ben de o sabah Ankara yollarında bir gezintiye çıkmış, ve tıpkı Nadir Nadi gibi gögsüm, kollarım kabara kabara bu milli inkilabımızda benimde büyük payım olduğunudüşünmüştüm.
Ülvi heyecan
27 Mayıs sabahının o içlere sığmayan ülvi heyacanı ta iliklerimde his etmiştim. Zaten o sabahı unutmak mümkünmüydü.? Sokağa çıkma yasağına rağmen nasıl şuursuzca fırladığımı, gazeteye koşmak, arkadaşlarımı kucaklamak istediğimi, yollarda rastladığım asker ve subayların ( Yasak,geçemezsin) ihtarları ile kendime gelerek, kim olduğumu söyleyince (Geç arslanım, sana çok eziyet ettiler, sende bizden sayılırsın) diye yol verdiklerini bir ömür boyu unutmamak mümkün mü?
Baykuş sesi algısı.
Ben düşünürken daha  gerilere de gitmiş, 6/7 Eylül vakası üzerine gazetemizin feryadlarını, Ulus kapatıldığı zaman  muhalefet liderine sütunlarımızı tahsisi etmek istediğimizi, büyük suistimallerde korkusuzca attığımız başlıkları, Hüseyin Cahid’in  hapse giriş ve çıkış şeklini, neleri neleri hatırlamıştım.Ara sıra kulağıma baykuş sesine benzeyen  sesler de geliyordu. Bu ses,Türk radyosundan bana nebaş,mezar kazıcı,çöl faresi diye bağırıyordu.
Hayali tasvirler.
Bazan da kendimi başımdan boynuma doğru süzülen kanlar içerisinde gece yarısı bir otomobilin köşesinde sallanıyor his ediyordum. Ben de kendimi tıpkı Nadir Nadi gibi günün kahramanlarından farz ediyor, yürüyor da yürüyordum.
Sonra birden çocuk gibi gülümsemeye başladım.
Musıgue de Scene ve devrin romantik duyguları.
Hafızamdan her şey silindi.artık gözlerimin önünde yalnız pırıl pırıl üniformaları, genç genç ve dinamik vucütlarıyla 38 tane Türk subayı daha sonra  emsalsiz bir Türk ordusu belirdi. Adımlarıma ve bu tabloya Üniversite gençlerinin (Yetişin kardeşler,rejim gidiyor) feryatları da bir musigue de scene gibi tempo tutuyordu.
Neymişler ?
Evet, biz neydik ? Bedii’ler, Falih’ler, Çetin’ler, Nadir’ler, ?!
Kalpleri, hürriyet,adalet,  aşkıyla çarpan, ruhlarında ve vücutlarında Victorie de Samothrace heykelinin bütün ileri atılışını taşıyan bu arslanların yanında, kendimize ne büyük paylar ayırmaya çalışıyorduk.
İdare lambası tutmuşlar.
Ama yine de bunları his edebilecek, böyle vehimlere kalkışabilecek bir ruh taşımak ta insanı sevindiriyor, ve bu büyük inkilabımızla canları pahasına  Türk evlatlarını kurtarmak için yürüyenlerin yoluna ışık demek demek belki idialı olur ama, küçücük bir idare lambası tutmuş olabilmenin düşüncesi bile insana sonsuz hazla ürpertiyor.(…)
interakfif yorumS A M E T    O C A K O Ğ L U
YAZARIN NOTU: Akis dergisinin 60/61 yıllarındaki sayılarından bir kaçına  sahaf benzeri bir dükkanda rastladım ve  satın aldım. Biz neler yaşamışız? bir kısmını bu dergiden okumak istedim.
DURDUKÇA FARKLI BİR KOKU ÜRETİYORLAR.
Bu ara, bunları muhafaza sorunum var. Durdukça farklı bir koku üreten, sayfaları ibretlik incilerle dolu Akis dergisinin Ekim 1960 tarihli sayısını incelerken    7. sahifedeki ” Dünyanın En Güzel Mizah Yazısı” başlıklı yukarıda aynen   yayınladığım   yazı dikkatimi çekti.
NEYMİŞ BU DÜNYANIN EN GÜZEL MİZAH YAZISI BİRDE BİZ  BAKALIM.
Neymiş,  bu Dünyanın En Güzel Mizah Yazısı, hele bir okuyayım, bunların mizah anlayışından bizde haberdar olalım,  dedim.  Okuyunca gördüm ki Akisin o zaman ki editörü başlıkta kullandığı ” Geç Aslanım” cümlesi ile aslında; yazısını naklettiği Kılıçlıoğlu’na, yazısındaki tasvir ve tanımlamaları nedeniyle – bunları geç aslanım- demektedir.
BİR YANDA METHİYE DÜZÜYOR DİĞER YANDA İKAZI SÜRDÜRÜYOR.
Akisin editörü;  27 mayıs darbesini (onlar ihtilal diyorlardı) kendisinin yaptığını zannedenleri ve darbeyi sahiplenenleri Cumhuriyet  gazetesindeki  makalesi ile ikaz eden Nadir Nadi’yi , ” Geç Aslanım”  başlıklı yazısında  methiyelerle anlatmakla kalmamış, kendisi de Nadir Nadi’nin  yaptığı  ikazı sürdürmüş.
YENİ SABAH HAK SAHİBİ KABUL EDİLMEMİŞ.
Akis  dergisinin 326 sayısının 7.sahifesindeki  ”Dünyanın En Güzel Mizah Yazısı ” nın muhattabı  Kılıçlıoğlu’nun  o günlerde pek kimseye yaranamadığı anlaşılıyor. 
BU İŞE SEVİNMEYE HAKKI OLANLAR, OLMAYANLAR SINIFLANDIRMASI
27 mayıs darbesini takip eden günlerde kimileri ; darbeye yaranma kuyruklarının fazla uzadığını düşünerek, darbe yandaşlığından hak edilecek  pasta dilimlerinin daha  fazla bölünmemesi için  ortamı  ikaz etme misyonunu üstlenmişler ve darbe taraftarlığını ; bu işte  samimi olanlar  ve  olmayanlar diye ayırırken,  işin pastasını hak edenler ve bu lezzetli pastadan  pay almayı  hak etmeyenler şeklinde kategoriler oluşturmuşlar. 
Ayrıca bu dergideki yazıların içeriğinden anlaşıldığına  göre,  o devrin  bütün itici ve tiksindirici pozisyonlarının baş köşelerine kurulan   akıl hocaları ; yaptıkları ile  -rejimi kurtardıklarını- düşünmekteymiş.! 
FİZİKSEL GÖRÜNTÜYÜ NASIL ALGILIYORLARMIŞ
Dönemin dergi ve gazetelerinde; hakim pozisyon sıfatlarını taşıyanlara ve darbecilere  ilgi çekici bir üslup ile hitap edilmektedir..
VÜCUT TASVİRİ
Vatan kurtarıcılığı ve olağanüstü yetilere sahip olunma   tasvirleri ve  tarihe altın harflerle geçme vurguları  ile yapılmış türlü dolduruşlar yanında, dönemin editörleri ve yazarları darbecilerin fiziksel görüntüleri hakkında  da tığ gibi, aslan gibi, bir  abide gibi  tasvirler ve süslemeler  yapmışlar.
MİSYONLARINDAN VİZYONLARINI OLUŞTURMUŞLAR.
”Tarih önündeki en büyük sorumlulukları yıktıklarının yıkmak istedikleri olmadığını görünce adaletten daha uzaklaşmaları olan”  bu topluluğu  epey dolduruşa getirmiş kimi yazarlar,  Dönemin gazete ve dergilerinin baş köşelerindeki yazı ve tasvirlerin;  bazı  meslek  mensubu gençlerde  demokratik parlamenter rejime, milli irade kavramına  özgün bir bakışı olan  misyonlarını  oluştururken ayrıca kendi   vizyonlarını da  üretmiş oldukları demokratik sürecimizin yollarından bellidir.
BU RESMİN BİR SEBEBİ OLMALIDIR.
Eğer böyle olmasaydı, olayların farklı  pozisyonundaki kişiler ve ülke için, büyük sıkıntılar nedeni olan  tablolar-resimler  nasıl ortaya çıkardı.
ÖZÜRLÜ IŞILDAK SEÇİMİ .
Bir yanda dönemin olaylarına yön verirlerken diğer yanda; demokrasiyi ve halkın siyasi tercih  yeteneğini özgün kriterleri ışığında değerlendiren müdahaleci bir  vizyon oluşmasına hizmet eden bu tip fikir aktivistleri , herkesin  baş gereksinimi olan hukuku değilde, hukuksuzluğu sürekli bir ışıldak yaparak, yanlışlarla  ve hatalarla bezenmiş pek çok girişimi tarih sayfalarına kaydetmişlerdir.  
Gerçekte korumayan  sadece yıkan,yıktıran  ve  yıkılmalara neden olan türlü olaylar  içerisinde yer alan, kalan insanların  nasıl  seçeneksiz ve savunmasız  kalabildiğini hatırda tutmak  gelecek için hayırlı bir iş olacaktır. 
Gündemimizi sırtlayıp türlü yollar kat ederken buluştuğumuz  hüzünlerle bir başımızdayken,; yaptığımız onca şeyle, hesabı mutlaka görülecek kendilerine ait   yüklerini sırtlarına  iyice  yerleştirdiklerimiz, sanki biz bunlara hiç bir şey yapmamışız gibi etrafımızda dolaşarak,  manyetik odaklanma  ile  çıkardıkları  gürültülerin ve meşguliyetlerinin tesiri altındayken , ilgi çekici  başlığına takılıp okuduğum bu yazının  algılattıklarını, bir de şu açıdan değerlendirmek doğru ve hakça olacaktır. 
MİZAH ANLAYIŞLARINA YA TEBESSÜM ETSEYDİK.!
Demokrasimizin zulmet günlerinin popüler dergisi  Akisten aktardığımız   yazı;  kazara  gerçekten iyi bir   mizah yazısı olsaydı da  latifeleri ile bizi   tebessüm ettirseydi.! Yani, darbe mizahı ya bizi de güldürse idi! O zaman  oldukça  trajikomik bir durum ortaya çıkardı ,herhalde.

KİMBİLİR DÖNEMİN MAĞDURLARIN NASIL ÜRPERİYORDU ?

Bu akis dergisinin  haberlerini, yorumlarını, erken tebligatlarını okuyan,   nefret duygusunun ürünü karikatürleri, fotoğrafları gören   tedbirler kanuna sıkıştırılmış darbe mağdurları; kim bilir neler his ediyorlardı acaba o zamanlarda.? Onların bedenlerindeki hukuk duygusunun ritmi acaba nasıldı,VE BU HİS ETTİKLERİ ONLARI NASIL ÜRPERTİYORDU  ACABA ?

Bu yazıma rastlayıp ta 2013 yılında bu nedir böyle,  1960 dergileri ni anlatılıyorlar diyen de çıkabilir.
BUNUN ZAMAN AŞIMI YOKTUR.
Neden,? anlatmayalım.!  Bu işlerde zaman aşımı yok ki. Üstelik bu ara anlatan anlata.Adeta tek tek fişlenip kirli zihinlerde arşivlenmiş  böylesine  dolu bir anlatım hafızası ve en ince detaylara kadar konunun işlenmesi.!
Bunlar yeni alınan bir Tv’nin veya buzdolabının içinden çıkan uluslararası standartlardaki kullanma kulavuzları  bilgisi değildir elbette.Farklı fiziklere uydurulan bu elastiki elbisenin ve o sanal itici duyguların, ve bu  algının üretimini kim yapar?  Kim yapacak, elbette bu haltı yiyenler yapar, yaptırır.
Kendin pişir, kendin ye veya kendin yaz kendi oyna işinin ağır kokularına,çirkin görüntülerine,  işitsel rahatsızlığına alışamama vakalarının da  literetürde   yerinin olduğu bilinen bir  gerçektir. 
Toplumun en ileri nefret duygusunun hedefi olmayı hak edenlerin, sanal ve manyetik algılarla ortak nefret davranışı sergileten sağlıksız düşünceler ve aktiviteler  üretebilmesi; insanlığa ait ortak değerlerin en ciddi meselesidir.
Eğer böyle olmasaydı, kışın karanlık ve soğuk günleri nasıl  olurdu da,  baharmış gibi algılanabilirdi?
Hatta Akisin hayallerinde dahi kendine bir yer bulamamış sonradan gelişen ve yaşama çöreklenen işler nasıl olurdu.?
Bu yazımın konusu olmadığı için, benzer alanlarda ve ortamlarda üreyip,  ayakta kalabilmelerini bir meziyet ürünü görüp, kendi zavallılıklarını fark etmeyenlere ayrı bir şey yazmak fuzuli iş olacak.Yazının bu bölümünde  kendine bir aşinalık veya  şahsiyetine yakışan bir dublaj hisseden de olabilir. Bu oluyorsa bizim için iyi bir şeydir. Bir de bu işin süreklilik kısmı vardır ki neması pek boldur.  Daha evelsi gece, deniz kenarında çimenlere oturan birilerinden duydum,  ”Begüm anlattı”  v.s diyorlardı.
NİTELİKLİ ÇOĞUNLUK – LEZZETLİ SALATA
İnteraktif yorumumuzu noktalarken,  devrin Akis dergisinin sahifelerinde yer alan  bir diğer yazıdan anlaşıldığına göre,;  Akis o zamanlar , Demokratik Parlamenter Rejimin  aracı  olan, ”nitelikli oy çoğunluğunu” lezzetli salata” olarak anladığını  ve anlattığını da belirtelim. S.O
   AKİSİN  3 EKİM 1960 TARİHLİ 360. SAYISININ 14 VE 15. SAHİFELERİ – BİR MÜLAKAT- BÖLÜMÜ.
DEMOKRAT PARTİYİ KAPATTIRAN ADAM – NURİ GEYGEL – 1957Demokratı.
(14 Yıl , 14 dakika süren tek hakimli bir mahkemede bitti.)