17 Kasım 2015 Salı

ALİ NAİLİ ERDEM ANLATIYOR; YENİ ASYA, ANKARA (21/23 EYLÜL 2015)

Ne kadar işyeriniz varsa kapatın, sadece bakanlık ve vekillik yapın; 21 Eylül 2015, Pazartesi (1. Bölüm)
ALİ NAİLİ ERDEM ANLATIYOR
Süleyman Bey idealist, namus timsali bir vatanperver.,  Bir Türkiye âşığı insan. Havaya eliyle bir hat çizerek, “Bu hat asgarî yaşama düzeyidir. Bu hattın altında yaşayan insanlar bizim insanlarımızdır. Bu insanları kerpiç evlerden çalı dibinden kurtarmaya mecburuz. Bunu yaptığımız sürece Allah’ın rızâsına müstahak oluruz” dedi. Süleyman Bey’in bir sözünü daha söyleyeyim; “Biliniz ki bizim politikadaki şiârımız Allah rızâsıdır. Bunun dışında hiçbir şey istemiyoruz”. “Sevgili Nâili” derdi bana; “Benim insanım açken, benim karnım nasıl tok olur...”
ALİ NAİLİ ERDEM KİMDİR?

17 Şubat 1927’de İzmir’in Kemalpaşa ilçesinde doğdu. İlk öğrenimini Kemalpaşa İlkokulu’nda, orta öğrenimini İzmir’de yaptı. 1951 Ankara Hukuk Fakültesi’nden mezun olup 1954-61 yılları arasında avukatlık yaptı. 1945 yılından bu yana bir çok dergide şiirleri, 1965’ten beri bir çok gazete ve dergide makaleleri yayınlandı. 1961-1980 arası 1., 2., 3., 4. ve 5. dönem İzmir milletvekili. Sanayi, Çalışma (iki defa) ve Millî Eğitim Bakanlığı yaptı. 1980 askerî darbesinden sonra ülkenin çeşitli yerlerinde konferanslar verdi.
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in yol arkadaşı, Millî Eğitim, Çalışma ve Sanayi eski bakanlarından Ali Naili Erdem’le siyasî hayatını, Demirel’le birlikte verdikleri siyasî mücadeleyi konuştuk. Kendisine Demokrat misyonun tarihini ve geleceğini sorduk. Yakın siyasî tarihe geçmiş isimlerden Ali Naili Erdem’in bizzat yaşadığı olaylar nezdinde anlattığı çarpıcı hâtıralar, Demirel’in demokrasi ve kalkınma mücadelesine ve son yarım yüzyıllık Türkiye siyasî tarihine ışık tutuyor.
“BİZ BU MASAYA SUÇLU SANDALYESİNE OTURMAK İÇİN GELMEDİK”
Siyasî hayatınız boyunca baştan beri demokratik misyon içerisinde bulundunuz. Yakın zamanda vefât eden merhum Süleyman Demirel’le uzun yıllar birlikte siyaset yaptınız, ülke idâresinde bulundunuz. Demirel’in demokratik mücadelesine dair hâtırlarınızdan anlatır mısınız?
Memnuniyetle... 21 Ekim 1961’de Süleyman Beyi Mehmet Turgut Bey’in evinde tanıdım. Süleyman Bey o zaman henüz parlamenter değildi. Askerdeydi. 1962’de yapılan kongrede Süleyman Bey’i biz genel başkan olarak düşünüyorduk. Kurucu başkan rahmetli Ragıp Gümüşpala’ydı. Arkadaşlar dediler ki biraz daha zaman geçsin. Biz orada Süleyman Bey’i genel başkan yardımcısı olarak seçtik. Süleyman Bey’i genel başkan yardımcısı seçtiğimiz tarihte ben grup başkanvekiliydim. Gümüşpala’nın vefatından sonra daha önceleri rahmetli Saadettin Bilgiç, rahmetli Faruk Sükan ısrarla bana Süleyman Bey’in genel başkan olması hususunda telkinde bulundular.
Fakat rahmetli Gümüşpala (erken) vefat edince Saadettin Bilgiç’in babası merhum Müftü Hoca dedi ki “Devlet kuşu insanın omzuna bir defa konar Saadettin, sen niye vazgeçiyorsun bu işten.” Bunun üzerine Saadettin Bilgiç, ben de genel başkanlığa adayım dedi. Biz her gün beraber olduğumuz arkadaşlarla ikiye bölündük. Cihat Bilgehan, İbrahim Tekin, Mehmet Turgut, Halim Aras, Süleyman Bey’in yanında yer aldık. Faruk Sükan başta olmak üzere o arkadaş ekibi Ferruh Bozbeyli’yle birlikte Saadettin’in yanında oldular.
Seçim öncesi 1964 seçimlerine giderken Süleyman Bey’in mason olduğuna dair birisi tarafından evrak dağıtıldı. Bir arkadaşımız ben şimdi gider bu meseleyi hallederim dedi. Ekrem’e biz, sen otur karışma bu işlere, dedik. O arada Cevdet Sunay Genelkurmay Başkanı olarak bir mektup yazdı Meclis Başkanı Fuat Sirmen’e. “Adalet Partililer ordunun aleyhine konuşuyor bunun tedbirini alın” diye...
Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in başkanlığında toplantıda konuşurken, merhum İsmet Paşa o zaman başbakan. Yanında Nihat Erim, diğer tarafında Kemal Satır. Adalet Partisi’ni temsilen Süleyman Bey’in yanı sıra ben ve rahmetli İhsan Sabri Çağlayangil birlikte oturuyoruz. İsmet Paşa, itham edince Süleyman Bey, “Biz bu masaya suçlu sandalyesine oturmak için gelmedik. Biz burada eşit şartlar içinde oturuyoruz” dedi. İhsan Sabri Bey de, “Paşa Hazretleri; siz başbakansınız, icraat mevkiinde olduğunuz halde yapmadığınız şeylerin de hesabını vereceksiniz” deyince İsmet Paşa “Bunların konuşulacağı yer Meclis’tir” dedi ve Meclis’e gittik, İsmet Paşa’yı koalisyondan düşürdük, hükümet olduk. Suat Hayri Ürgüplü kabinesini kurduk. Yıl 1965... Suat Hayri Ürgüplü kabinesinden hayatta sadece ben varım. Bütün arkadaşlarım Hakk’ın rahmetine kavuştu…
“AKLIYLA, GÖNLÜNÜ BİRLEŞTİREREK TÜRKİYE’NİN KALKINMASINI SAĞLADI”
Demirel’in Türkiye’nin kalkınma mücadelesine dair de elbette siyaset arkadaşı ve bakan olarak ortak çalışmalarınız, hâtıralarınız var. Onlardan da nakleder misiniz?
Süleyman Bey idealist, namus timsali bir vatanperver. Bir Türkiye âşığı insan. 1965’te kendisiyle bir akşam otururken bana söylediği bir söz vardır: “Önce insan ve insan sevgisi...” Yani şu sizden, bu bizden diye bir tefrika, bir ayrımcılık yok. Bütün Türkiye’yi kucaklayan sevgi...
Süleyman Bey, bir bilim adamı, bir akıl adamı olduğu kadar bir gönül sultanıdır. Aklıyla gönlünü birleştirerek Türkiye’nin kalkınmasını sağlayan, bana göre en büyük liderdir. Bir Türkiye’ye ikinci bir Türkiye ilâve etmiştir. İlk Bakanlar Kurulu toplantısında söylediği bir söz vardır: “Ben partinin memurlarını değil, devletin memurlarını istiyorum. Parti için çalışan değil devlet için çalışan insanları tayin edeceksiniz”.
Yine Demirel’in 1965’teki ilk Bakanlar Kurulu toplantısında yaptığı ikinci bir açıklama var: “Ne kadar işyeriniz varsa, ne kadar büronuz varsa hepsini kapatacaksınız. Yalnız ve yalnız Türkiye için bakanlık ve milletvekilliği yapacaksınız”; ikinci konuşması da bu. Üçüncü konuşmasında, havaya eliyle bir hat çizerek, “Bu hat asgarî yaşama düzeyidir. Bu hattın altında yaşayan insanlar bizim insanlarımızdır. Bu insanları kerpiç evlerden çalı dibinden kurtarmaya mecburuz. Bunu yaptığımız sürece Allah’ın rızâsına müstahak oluruz” dedi.
Süleyman Bey’in bir sözünü daha söyleyeyim; “Biliniz ki bizim politikadaki şiârımız Allah rızâsıdır. Bunun dışında hiçbir şey istemiyoruz”. “Sevgili Nâili” derdi bana; “Benim insanım açken benim karnım nasıl tok olur...”
“ADNAN BEY’LE FATİN BEY’İN YAPTIĞINI YAPALIM; İNSAN BİR KERE ÖLÜR”
1965 yılında Ankara-Trabzon arası 72 saat. Süleyman Bey’le Karadeniz seyahatindeyiz. Bir tek Samsun’da liman var ve yalnız Samsun’da otel var. Bir akşam üzeri Giresun’a gidiyoruz. Bir göl kenarında durduk. Bir adam elinde balıklar, “Bey” diyor, “eve ekmek götüreceğim, ne olur bu balıkları al”. Ben bunun üzerine dedim ki “Gel, seni Süleyman Bey’e götüreyim.” O adamı Süleyman Bey’in yanına götürdüm. Süleyman Bey o adama, “Karadeniz limanları yeniden yapılacak, Karadeniz yolu açılacak ve hiç kimse elindeki balığı çöpe atmayacak” dedi. Bu konuşma 1965’te gerçekleşti.
Yine bir akşam Hopa’dan Rus hududu Kemalpaşa’ya geçtik. Elektrikler yok. Karşısı Sovyet Rusya. Orada buzdolabı var, çamaşır makinesi var, elektrik süpürgesi var; bizim bu tarafta hiçbir şey yok. Ben konuşmaya başladım: ‘Orada elektrik var, sizde de olacak. Orada buzdolabı var, sizde de olacak. Orada çamaşır makinesi var, sizde de olacak. Konuşmam biterken, bir adam ayağa kalktı ve dedi ki: “Sayın Bakan! Hiç endişe etme. Bu söylediklerinin hepsi olacak, buna inanıyorum. Onların elektriği var, ışıklar içinde diyorsun. Ama onların Allah’ı yok. Bizimse Allah’ımız var”. Süleyman Bey orada, bir yıl sonra bütün o bölgenin elektriğe kavuşacağı sözünü verdi ve Allah’a şükür kavuşturdu…
Benim Millî Eğitim Bakanlığım sırasında demişti ki, “Naili, Türk kültürünü anlatacak kitapları birbiri ardına sırala. Kültürümüzü, insanımıza vermeye çalıştık. Ve bana ikinci olarak dedi ki: “Kur’ân’ın birinci âyeti, oku! Nerede bir boş yer varsa oraya okul yaptıracaksın”. Bizim dönemimizde hiçbir ilçe ortaokulsuz kalmadı. Bütün ilçelere ortaokul getirdik.
1965’te üç arkadaş, İhsan Sabri Çağlayangil Dışişleri Bakanı, Cihat Bilgehan Maliye Bakanı ve ben de Çalışma Bakanıyım. Süleyman Bey dedi ki, “Paramız yok. Biz bu yatırımları nasıl yapacağız, çıkın dünyayı bir dolaşın.” Ben Avrupa’ya gittim. Kiminle konuştuysam para vermedi. “Türkiye’de 27 Mayıs ihtilâli rüzgârları devam ediyor, para veremeyiz” dediler. İhsan Sabri Bey de Amerika’ya gitti. Cihat Bilgehan da Japonya’ya. Hepimiz elimiz boş döndük…
Bunun üzerine Süleyman Bey’in küçük odasındayız. Süleyman Bey başını iki elinin arasına aldı, ağlıyor. “Şimdi ne yapacağız,” dedi. “Bir yığın vaadde bulunduk, ‘kalkınan Türkiye’ dedik, ‘gelişen Türkiye’ dedik, şimdi ne yapacağız?” Dedik ki “Rahmetli Adnan (Menderes) Bey ile Fatin (Rüştü Zorlu) Bey’in yaptığını yapalım. NATO dışında bir devletten yardım alalım.” “Olur mu,” dedi. “Olur,” dedik. Rusya’ya müracaat ettik. Dedim ki, “Ne olacak Adnan Bey’le Fatin Bey’i astılar bizi de asarlar. İnsan bir kere ölür…”
RÖPORTAJ: Cevher İLHAN, Mehmet KARA, Melih TEKİN
***
Ordudaki solcuları tasfiye iddiasıyla yola çıkan 12 Mart bizi tasfiye etti; 22 Eylül 2015, Salı
Demirel hükümetlerinin önde gelen bakanlarından Ali Naili Erdem: Süleyman Bey 12 Mart’tan sonra 13 Mart sabahı beni ve İhsan Sabri Beyi çağırdı ve dedi ki: “Bu Meclisi açık tutacağız. Sizin kanatlarınızla Meclisi ayakta tutacağız ve uçuracağız.”
ALİ NAİLİ ERDEM ANLATIYOR (2)
“SÜLEYMAN BEY’LE BİRLİKTE YÜRÜDÜK…”
Demirel’in kalkınma mücadelesini anlamak için ibret verici hâdiseleri anlatmam lâzım. Zengin ve mutlu bir Türkiye özleminin içerisinde yaşayanları ortadan kaldırmaya çalışan bir zihniyet Türkiye’nin içinde de, dışında da vardır. Evhamların içinde değilim, ama size bir şey anlatayım: Ben 1976 senesinde Almanya Hamburg’ta bir gemi teslim almaya gittim. Yanımda Deniz Kuvvetleri Komutanı var. Akşam yemek sonrası bir NATO komutanı şu konuşmayı yaptı: “Biz sizleri sevmeyiz. Sizi Slavlar da sevmez. Ruslar sıcak denizlere inmek istediler, onlara da fırsat vermediniz, onlar da sizi sevmez. Siz şimdi 50 milyon Türksünüz, sırtınız tok karnınız pek olsa 50 milyon silâh olursunuz, dünyanın dengesini bozarsınız. Dünyanın dengesinin bozulmaması için sizin sırtınızın tok, karnınızın pek olmaması lâzım…”
Bunun üzerine, ‘Nasıl yapacaksınız bunu?’ dedim. “Çok kolay, sizin baş ağrılarınız var” dedi. ‘Nasıl?’ dedim. “İlerici - gerici, sağcı - solcu, Alevî - Kürt... Aynı evde iki kardeş birbirine tabanca çekecek. Sizi biz, zengin ve mutlu kılmayız” dedi. ‘Bana niye anlattınız bunları?, dedim. “Başbakanınıza söyleyesiniz diye anlattım, dedi. Şimdi bu anlayış yok olmamıştır. Yok oldu falan düşünmeyin, yok olmamıştır. Esasında, biz bunları bilerek Süleyman Bey’le beraber yürüdük…
“BİR VEFA ADAMI, İYİ BİR DEMOKRAT, DÜŞMANINA KARŞI ASİL…”
Süleyman Bey Bir vefa adamıdır. Düşmanına karşı da asildir. Onu da söyleyeyim mi size? Kendisine “masonluk” isnadında bulunan adamı daha sonra Sağlık Bakanı yaptı. Kendisine söven adamı da Gençlik ve Spor Bakanı yaptı. Gittim kendisine ‘Efendim, ne yapıyorsunuz?” diye sordum. “Ne diyor Kur’ân; ‘Sana kötülük edene sen iyilik edeceksin’ demiyor mu?” ibretli cevabı verdi.
Süleyman Bey sizin anlattığınız her şeyi beğenmeyebilir, ama dinler. Zincirbozan’dayız, Halk Partili iki milletvekili de orada. Dediler ki sen ne kadar mutlu adamsın. Süleyman Bey’le her şeyi konuşuyorsun, seni dinliyor. Biz bir gün Bülent Ecevit’e kendi görüşünün aksine bir şey söyledik, adam bizi defterden sildi…
Süleyman Demirel iyi bir Demokrat. Sizin yanlışlıklarınızı yüzünüze vurmayan bir adam. Kur’ân ne diyor; ‘Ayıbı yüze vurma!’ Kültürümüzü benimseyen bir anlayışı var. Bu kültürün içerisinde İslâm var, Türk var, Batı var. Üçünün hepsi hemahenk…
Yahya Kemal “Ne harâbiyim ne harâbatiyim, kökü mazide atiyim” diyor. “Kökü mazide olmak”, tarihini inkâr etmemek, ecdâdını inkâr etmemek, onlarla iftihar etmektir. Ama “ati olmak”, geleceğe hazırlanmak, geleceği geçmişe tercih etmektir.
Demirel, “İstanbul’un Şişli’sinde ne varsa Hakkâri’nin Yüksekova’sında da aynısı olacak” diyordu. Türkiye’yi bütün insanlarıyla kucaklayabilme, kitle partisi dediğimiz parti, merkez sağ dediğimiz parti, işte -Demirel’den anlattığım- bu misyona sahiptir…
“12 MART’TA MECLİS’İ AÇIK TUTUP DARBEYİ SAVUŞTURDU”
12 Mart Muhtırası’nda “Demirel şapkasını alıp gitti” diyorlar. O gün siz de oradaydınız. 12 Mart’ta şâhit olduğunuz demokratik tavır ve direnci hakkında neler söylersiniz?
Yalan! Süleyman Bey şapkasını falan alıp gitmedi. Şimdi hadise şu: 12 Mart’a tekâddüm eden günlerde Doğan Avcıoğlu, Hasan Cemal gibi şahıslar, askerden güç almak suretiyle bir darbe teşebbüsünde bulunmayı ve “cici demokrasi” diye tanımladıkları demokrasimizin yerine tek bir partiye dayalı parlamentoyu kurmayı ideal olarak hedeflediler. O tarihte, Kızılay’da akşam üzerleri “Biz Türksüz ve Müslümansız bir Türkiye istiyoruz” diyerek yürüyorlardı. Tabiî o tarihte biz imsâk ile hareket etmek lüzumunu hissettiğimiz için paçayı kaptırmamaya itina göstererek güvenlik tedbirlerimizi alıyorduk…
Askerin içinde kıpırdamalar var denildi. 12 Mart’ın hemen bir hafta öncesinde, sanıyorum 6 veya 5 Mart’ta ben Adalet Partisi Meclis Grubunda bir konuşma yaptım. Konuşmamın sebebi o tarihlerde İçişleri Bakanı, Deniz Gezmiş’le bir fotoğraf çektirmişti. ‘Bu yanlış bir şey dedim. Akşam üzeri Süleyman Bey çağırdı, dedi ki ‘Bugün konuşmanı dikkatle dinledim. Naili bu ne?” Dedim ki ‘Sayın Başbakanım korkum var. Bize bir muhtıra verecekler.’ “Nereden çıkardın bunu” dedi. Askerin içerisindeki sol cereyanlar had safhada. 12 Mart daha sonra ordunun içerisine giren solcuların tasfiyesi olarak nitelendirildi. İyi de aslında tasfiye edilen biz olduk.
12 Mart muhtırasına mâruz kalınca Selahattin Kılıç, “Keşke istifa etmeseydik kalsaydık, gelip bizi burada süngüleselerdi” dedi. Buna karşı Millî Savunma Bakanı Hasan Dinçer, “Kiminle neyin kavgasını yapacağız?” diye karşı çıktı. Süleyman Bey’e dedim ki, ‘aşağıda arkadaşlar böyle konuştular.’ Dedi ki “Naili, ne yapmam lâzımdı. Biz burada dirensek, topumuz tüfeğimiz silâhımız yok. Bizim milletimiz böyle bir durumda bize ‘kahraman’ mı der, yoksa ‘enâyi’ mi?” Bu fevkalâde anlamlı ve doğru bir tesbittir.
Süleyman Bey derdi ki; devlet adamı, olayları zamana yayarak çözümünü sağlar. Kayseri milletvekili Kemal Doğan, -muhtırayı veren generaller için- “Devletin memurları olan bu insanların bize yapmış oldukları karşısında suskun mu kalalım!” tepkisini vermişti. Süleyman Bey, “Re’sen emekli mi edelim onu mu demek istiyorsun” deyince, “Evet efendim” dedi. “Re’sen emekliye sevk ederiz de onların ardından geleceklerin kimler olduğunu biliyor musun?” diye sordu. Hülâsa, Demirel, 12 Mart’ta Meclis’in açık kalmasını sağlayıp bir darbeyi geçiştirdi.
DEMOKRASİYİ YAŞATMAK İÇİN PARLAMENTO AÇIK VE SAYGIN OLMALI
Bilindiği gibi, 12 Mart’ın ardından Nihat Erim’i “partiler üstü” diye tanımladılar. Nihat Erim daha önce İsmet Paşa’nın tutum ve davranışlarından dolayı zaman zaman gelir şikâyet ederdi. Başbakan olunca, bu sokaktaki hareketlerin öğrenci hareketleri olmadığını, devleti teslim almak istediklerini söyledi.
Konuşması bitince dedik ki “Sen, 15 gün önce Başbakan değilken yaptığın konuşmaların hepsinde ‘bunlar öğrenci hareketleridir’ dedin ve bizi kınadın. ‘Öğrenci hareketlerini önlüyorsunuz, siz demokrasiye karşısınız!’ demiştin. Şimdi diyorsun ki ‘Bunlar devleti teslim almaya çalışıyorlar.’ Bu görüşe nereden geldin?” Dedi ki “Naili, devletin arşivlerine girdim, sizin dediklerinizin doğru olduğunu gördüm…”
Süleyman Bey 12 Mart’tan sonra 13 Mart sabahı beni ve İhsan Sabri Bey’i çağırdı ve bize dedi ki; “Bu Meclis’i açık tutacağız.” Demirel’in çok önemli vasıflarından birisi de Meclis’i açık tutmasıdır. Eğer bu ülkede demokrasiyi yaşatmak istiyorsanız parlamentoyu saygın halde tutmaya mecbursunuz. 
İhsan Sabri Bey AP Senato Grup Başkanı oldu, ben Meclis Grup Başkanvekili oldum. Ve Süleyman Bey’in söylediği söz; “Sizin kanatlarınızla Meclis’i ayakta tutacağız ve uçuracağız…”
O arada rahmetli Ferit Melen’e hükümet kurma görevi verildi. Naim Talu hükümetinde de ben tekrar Çalışma Bakanı oldum. Naim Talu Bey dedi ki; “Bu memurun maaşını nasıl ödeyeceğiz?” Ben güldüm. “Niye gülüyorsun?” Dedim ki “1965’te Çalışma Bakanı olduğum zaman Başbakan Süleyman Bey de aynı soruyu bana sormuştu. Şimdi geldik 1973’e siz de aynı soruyu soruyorsunuz.” “Evet”, dedi. “Haklısın...”
Akşam Süleyman Bey’e gittim bunları anlattım. “Yahu Naili” dedi, “Dışarıya dört madde ihraç ediyoruz; bunun karşısında ithal ettiğimiz petrolün yarı fiyatını ancak ödüyoruz…” Ama bütün bu sıkıntıların içinden Türkiye’yi bir defa daha çekip çıkarmıştı…
RÖPORTAJ: Cevher İLHAN, Mehmet KARA, Melih TEKİN
***
“Faruk Gürler’i seçmezseniz buradan cesetleriniz çıkar” 23 Eylül 2015, Çarşamba
ALİ NAİLİ ERDEM: 1973'teki cumhurbaşkanı seçimi öncesinde üniformalı bir tuğgeneral, bana “Sayın Grup Başkanı, bu akşam buradan Faruk Gürler cumhurbaşkanı olarak çıkmazsa, siz buradan çıkamazsınız! Cesetleriniz burada kalır” dedi.
ALİ NAİLİ ERDEM ANLATIYOR (3)
“CESETLERİNİZ BURADA KALIR!” TEHDİDİ
12 Mart muhtırası sürecinde Demirel’in AP grubuyla birlikte askerlerin Faruk Gürler’i cumhurbaşkanı seçtirme dayatmalarına ve cuntaya karşı diretmesi var. Bunu özetler misiniz?
12 Mart’tan sonra bence en önemli olaylardan bir tanesi Faruk Gürler’in cumhurbaşkanı seçimleri hadisesidir. 1961 parlamentosu silâhların gölgesi altında açılmıştı. Biz o zaman parlamentoya geldik, -merhum- Ali Fuat Başgil Hocayı Cumhurbaşkanı seçtirmek istiyoruz. “Olmaz öyle şey” diyorlar.Ve o tarihte İstanbul’da Cemal Tural’ın başkanlığında kurulan ekip “Cemal Gürsel cumhurbaşkanı olacaktır, İsmet Paşa Başbakan olacak, aksi halde bu Meclis açılmaz” dediler. Yani 27 Mayıs’tan sonraki Meclis bu şartlarla açıldı. 
Gürler aday olunca Süleyman Bey, “kimin cumhurbaşkanı olacağından nasıl olacağı daha önemlidir” dedi.
Seçim günü gece saat 9 sularında bir beyefendi geldi. “Sizinle bir beyefendi konuşmak istiyor” dediler. Dışarı çıktım, Meclis’in karanlık bir koridoruna girdik. Üniformalı bir tuğgeneral, MİT temsilcisiymiş, bana “Sayın Grup Başkanı, bu akşam buradan Faruk Gürler cumhurbaşkanı olarak çıkmazsa, siz buradan çıkamazsınız!” dedi. “Nasıl çıkamayız” diye sordum. “Cesetleriniz burada kalır, dedi. Ben de; “Sevgili tuğgeneral, burası garnizon değil, burası karargâh değil. Burada her arkadaşın kendi fikri vardır. Ben bunu söyleyemem” diye cevap verdim. “Siz bilirsiniz, sonuçlarına katlanırsınız” deyip ayrıldı.
Ardından girdim Meclis’e, Süleyman Bey en önde tek başına oturuyor. Dedim ki hadise böyle. “Ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu bana. “Size söyledim, kimseye söylemedim; biz burada reyimizi kullanacağız” dedim. Bunun üzerine “Naili, bunu kimseye söylemezsen iyi olur….”
Neticede Gürler seçimi kaybetti. Seçimi kaybetmesinden sanıyorum on beş gün sonra Stockholm’de karşılaştık. Kanserdi, tedaviye gelmiş. Orada dedi ki, “Sayın Bakanım, sana teşekkür ederim. Doğruyu bir tek sen söyledin.” Zira ben kendisine demiştim ki ‘Aday olma.’ “Bir yığın arkadaş imza verdi”, dedi. “Onlar protokol imzasıdır, onlara güvenmeyin, sizi memnun etmek için atılan imzalardır’ diye uyarmıştım…
DEMOKRAT DÜZENDE ŞAHESER OLAN BİREYDİR
12 Eylül 1980 darbesinin içyüzü de bilinmiyor. Darbe öncesinde 27 Aralık 1979’da çoğu kimsenin bilmediği komutanların verdiği bir “mektup-muhtıra” meselesi var. 12 Eylül “darbe gerekçeleri”ne cevabınız nedir? Demokrasiyi katleden darbelerde en çok ileri sürülen “ülkenin uçurumun kenârına geldiği”, “ekonominin çöktüğü” benzeri isnadlara yorumunuz nedir? Bugün Türkiye’nin demokrasi ve ekonomik durumunu değerlendirir misiniz?
Doğru, askerler onu bir muhtıra olarak kabul etmiyorlar. “Bir mektup yolladık” diyorlar. “Parlamento çalışmıyor, ülke sorunları tehlike arz ediyor” diyorlar. Oysa henüz bir-bir buçuk aylık hükûmettik. Yoklukları, kuyrukları kaldırmaya, ekonomiyi düzeltmeye çalışıyorduk. Düzelttik de. Demirel’in başkanlığındaki hükûmet yoklukları, kuyrukları kaldırdı. Başta petrol olmak üzere bütün maddeler temin edildi…
Ancak anarşiyi önleyecek güvenlik güçleri idi. Ortaya çıkarılan havada gençler, düğüne koşar gibi ölüme koşuyorlardı. Ve birbirlerini acımadan öldürüyorlardı. Bazı yerler kurtarılmış bölge olarak tanımlanıyordu.
Güvenliği sağlamada güvenli olanlar emniyet kuvvetleri, jandarma ve Türk Silâhlı Kuvvetleridir. Başbakan Demirel, askerlere, sıkıyönetim komutanlarına, “12 Eylül’den önce diyor ki, bu kan durmalıdır. Bu çocukların karşılıklı birbirlerini vurmaları durdurulmalıdır. Yasa ise yasa, silâh ise silâh, imkân ise imkân, neyi istiyorsanız verelim, yeter ki anarşiyi, akan kanı durdurun!” demişti. İkinci Ordu Komutanı’nın, darbeden bir sene önce “İhtilâle zeminin olgunlaşması için bir yıl bekledik” deyip beş bin gencin ölümüne göz göre göre seyirci kalması dikkat çekicidir.
Yani, bu itiraflardan da anlaşılıyor ki, 12 Eylül “gerekçeleri” aslı astarı olmayan “darbe bahaneleri”ydi...
Sonuçta, birbiri arkasına yapılan darbeler birçok insanda ümitsizliğe sebep oldu. Halbuki, demokrat düzende şaheser olan bireydir. Ve birey kendi ayakları üzerinde kendi imkânlarını sağlar. Zira demokraside aslolan milletin zenginliğidir. Milletin zenginliğinden devletin zenginliğine gidilir…
MENDERES GİBİ DEMİREL’E DE DESTEK VERMEDİLER
Bugün ekonomimiz güzel değildir. Kim güzel diyorsa doğru söylemiyor. Dışarıdan gelen parayla ayakta duruyoruz. Ve bunun sonucunda da kendi ürettiğimiz bir şey yok. Alman harikasını oluşturan Ludwig Erhard’la 1964 yılında bir konuşmamızda, “2. Dünya Savaşı’nda bitmiş bir Almanya’yı ayağa kaldırdınız, nasıl yaptınız bunu” diye sordum. Adamın verdiği cevap; “üretim” oldu. Üç defa sordum, üç defa da aynı “üretim” cevabını aldım.
Yine sene 1980, Alman Başbakanı Helmut Kohl’un dâvetlisiyim. Berlin’de CDU’nun (Hıristiyan Demokrat Birliği) kongresi var. Adam diyor ki; “Enerjiye sahip olan devlet, dünyanın efendisidir.” Oysa şu anda Bulgaristan dahil her yerden elektrik alıyoruz. Gediz Depremi yaşandığında Gediz’e gidiyoruz. Yol felâket! Yanımda Plânlama Müsteşarı var. Sordum, “Bu yolu niye yapmıyorsunuz?” diye. “Bizim ilk yaptığımız şey millî gelire doğrudan doğruya katkı yapan üretimdir” diyor.
Peki şimdi soruyorum; 13 senede kaç tane Tüpraş yapıldı? Kaç tane Petkim var? Sene 1954’te Adnan Bey’le Fatin Bey Almanya’da Ren Nehri’nin üzerinde Alman Başbakanıyla bir görüşme gerçekleştiriyorlar. Adnan Bey “Biz NATO ülkesiyiz, demir-çelik fabrikası kuracağız bize yardım edin” diyor. Alman Başbakanı, “Demir-çelik dünya devletlerini ayakta tutan güçtür, size yardım edersek bize rakip olursunuz” diye reddediyor. Ve Adnan Bey sinirlenip orayı terk ediyor.
Sene 1946’da İsmet Paşa, “yarının Türkiye’si ne olmalıdır” diye Dünya Bankası’ndan bir rapor hazırlanmasını istiyor. Raporda, “Türkiye sanayileşmemelidir. Türkiye ziraat kalmalıdır” deniyor. Sonra bu rapor Adnan Bey’in önüne de geliyor; diyor ki, “Bunlar bizi fukara kılmak istiyorlar.” Ve Amerika’ya gidiyor, Eisenhower’den yardım istiyor. Eisenhower, “Size yardım ederiz” diyor. O tarihte 150 bin dolar. Ama Eisenhower daha sonra bu parayı ödemekten vazgeçiyor. Çok saygıdeğer bir iş adamımız Amerikalı bir senatöre diyor ki, “Bu parayı bize vermeyin, biz bu parayı hovardaca yeriz...”
“BEN BİLİRİM BEN YAPARIM” DEMOKRASİLERDE OLMAZ
Demokrasi kolay oturmuyor. Demokrasi bu değil. Bu yaşadığımız şeyin adı demokrasi değil. Sadece sandığın varlığı seçimin meşrûiyeti, demokrasi için yeterli değildir.
Demokraside sevgi, hoşgörü çok önemli. Ve demokraside eğitimin bütünleşmesi çok önemli. Demokraside ekonominin düzeyi çok önemli. Bunlar olmadığı zaman demokrasi zaaflarla malûldür. Herkes kendi demokrasisinin tarifini yapıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’la oturup konuşabilsem bunları anlatacağım.
Demokrasi Ahmet İyimaya’nın, Burhan Kuzu’nun anlattığı gibi değil. Burhan Kuzu’nun profesörlük belgesinde benim imzam var, onun için söylüyorum. Sayın Cumhurbaşkanının konuşmalarının demokrasiyle ilgisi yok. “Ben bilirim, ben yaparım”, demokrasilerde “ben” yok. Kur’ân’da var mı “ben” kelimesi? “Biz” var. Diyor ki, “ben, ben, ben!” Bu demokraside olmaz, olmuyor…
Bugün ekonomimiz güzel değildir. Kim güzel diyorsa doğru söylemiyor. Dışarıdan gelen parayla ayakta duruyoruz. Ve bunun sonucunda da kendi ürettiğimiz birşey yok. 
13 senede kaç TÜRRAŞ ve Petkim yapıldı, soruyorum. Almanya 2. Dünya Savaşından sonra üretimle ayağa kalktı.
RÖPORTAJ: Cevher İLHAN, Mehmet KARA, Melih TEKİN