Ne kadar işyeriniz varsa kapatın,
sadece bakanlık ve vekillik yapın; 21 Eylül 2015, Pazartesi (1. Bölüm)
ALİ NAİLİ ERDEM ANLATIYOR
Süleyman Bey idealist, namus
timsali bir vatanperver., Bir Türkiye
âşığı insan. Havaya eliyle bir hat çizerek, “Bu hat asgarî yaşama düzeyidir. Bu
hattın altında yaşayan insanlar bizim insanlarımızdır. Bu insanları kerpiç
evlerden çalı dibinden kurtarmaya mecburuz. Bunu yaptığımız sürece Allah’ın
rızâsına müstahak oluruz” dedi. Süleyman Bey’in bir sözünü daha söyleyeyim;
“Biliniz ki bizim politikadaki şiârımız Allah rızâsıdır. Bunun dışında hiçbir
şey istemiyoruz”. “Sevgili Nâili” derdi bana; “Benim insanım açken, benim
karnım nasıl tok olur...”
ALİ NAİLİ ERDEM KİMDİR?
17 Şubat 1927’de İzmir’in
Kemalpaşa ilçesinde doğdu. İlk öğrenimini Kemalpaşa İlkokulu’nda, orta
öğrenimini İzmir’de yaptı. 1951 Ankara Hukuk Fakültesi’nden mezun olup 1954-61
yılları arasında avukatlık yaptı. 1945 yılından bu yana bir çok dergide
şiirleri, 1965’ten beri bir çok gazete ve dergide makaleleri yayınlandı.
1961-1980 arası 1., 2., 3., 4. ve 5. dönem İzmir milletvekili. Sanayi, Çalışma
(iki defa) ve Millî Eğitim Bakanlığı yaptı. 1980 askerî darbesinden sonra
ülkenin çeşitli yerlerinde konferanslar verdi.
9. Cumhurbaşkanı Süleyman
Demirel’in yol arkadaşı, Millî Eğitim, Çalışma ve Sanayi eski bakanlarından Ali
Naili Erdem’le siyasî hayatını, Demirel’le birlikte verdikleri siyasî mücadeleyi
konuştuk. Kendisine Demokrat misyonun tarihini ve geleceğini sorduk. Yakın
siyasî tarihe geçmiş isimlerden Ali Naili Erdem’in bizzat yaşadığı olaylar
nezdinde anlattığı çarpıcı hâtıralar, Demirel’in demokrasi ve kalkınma
mücadelesine ve son yarım yüzyıllık Türkiye siyasî tarihine ışık tutuyor.
“BİZ BU MASAYA SUÇLU
SANDALYESİNE OTURMAK İÇİN GELMEDİK”
Siyasî hayatınız boyunca baştan
beri demokratik misyon içerisinde bulundunuz. Yakın zamanda vefât eden merhum
Süleyman Demirel’le uzun yıllar birlikte siyaset yaptınız, ülke idâresinde
bulundunuz. Demirel’in demokratik mücadelesine dair hâtırlarınızdan anlatır
mısınız?
Memnuniyetle... 21 Ekim 1961’de
Süleyman Beyi Mehmet Turgut Bey’in evinde tanıdım. Süleyman Bey o zaman henüz
parlamenter değildi. Askerdeydi. 1962’de yapılan kongrede Süleyman Bey’i biz
genel başkan olarak düşünüyorduk. Kurucu başkan rahmetli Ragıp Gümüşpala’ydı.
Arkadaşlar dediler ki biraz daha zaman geçsin. Biz orada Süleyman Bey’i genel
başkan yardımcısı olarak seçtik. Süleyman Bey’i genel başkan yardımcısı
seçtiğimiz tarihte ben grup başkanvekiliydim. Gümüşpala’nın vefatından sonra
daha önceleri rahmetli Saadettin Bilgiç, rahmetli Faruk Sükan ısrarla bana
Süleyman Bey’in genel başkan olması hususunda telkinde bulundular.
Fakat rahmetli Gümüşpala (erken)
vefat edince Saadettin Bilgiç’in babası merhum Müftü Hoca dedi ki “Devlet kuşu
insanın omzuna bir defa konar Saadettin, sen niye vazgeçiyorsun bu işten.”
Bunun üzerine Saadettin Bilgiç, ben de genel başkanlığa adayım dedi. Biz her
gün beraber olduğumuz arkadaşlarla ikiye bölündük. Cihat Bilgehan, İbrahim
Tekin, Mehmet Turgut, Halim Aras, Süleyman Bey’in yanında yer aldık. Faruk
Sükan başta olmak üzere o arkadaş ekibi Ferruh Bozbeyli’yle birlikte
Saadettin’in yanında oldular.
Seçim öncesi 1964 seçimlerine
giderken Süleyman Bey’in mason olduğuna dair birisi tarafından evrak dağıtıldı.
Bir arkadaşımız ben şimdi gider bu meseleyi hallederim dedi. Ekrem’e biz, sen
otur karışma bu işlere, dedik. O arada Cevdet Sunay Genelkurmay Başkanı olarak
bir mektup yazdı Meclis Başkanı Fuat Sirmen’e. “Adalet Partililer ordunun
aleyhine konuşuyor bunun tedbirini alın” diye...
Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in
başkanlığında toplantıda konuşurken, merhum İsmet Paşa o zaman başbakan.
Yanında Nihat Erim, diğer tarafında Kemal Satır. Adalet Partisi’ni temsilen
Süleyman Bey’in yanı sıra ben ve rahmetli İhsan Sabri Çağlayangil birlikte
oturuyoruz. İsmet Paşa, itham edince Süleyman Bey, “Biz bu masaya suçlu
sandalyesine oturmak için gelmedik. Biz burada eşit şartlar içinde oturuyoruz”
dedi. İhsan Sabri Bey de, “Paşa Hazretleri; siz başbakansınız, icraat mevkiinde
olduğunuz halde yapmadığınız şeylerin de hesabını vereceksiniz” deyince İsmet
Paşa “Bunların konuşulacağı yer Meclis’tir” dedi ve Meclis’e gittik, İsmet
Paşa’yı koalisyondan düşürdük, hükümet olduk. Suat Hayri Ürgüplü kabinesini
kurduk. Yıl 1965... Suat Hayri Ürgüplü kabinesinden hayatta sadece ben varım.
Bütün arkadaşlarım Hakk’ın rahmetine kavuştu…
“AKLIYLA, GÖNLÜNÜ BİRLEŞTİREREK
TÜRKİYE’NİN KALKINMASINI SAĞLADI”
Demirel’in Türkiye’nin kalkınma
mücadelesine dair de elbette siyaset arkadaşı ve bakan olarak ortak
çalışmalarınız, hâtıralarınız var. Onlardan da nakleder misiniz?
Süleyman Bey idealist, namus
timsali bir vatanperver. Bir Türkiye âşığı insan. 1965’te kendisiyle bir akşam
otururken bana söylediği bir söz vardır: “Önce insan ve insan sevgisi...” Yani
şu sizden, bu bizden diye bir tefrika, bir ayrımcılık yok. Bütün Türkiye’yi
kucaklayan sevgi...
Süleyman Bey, bir bilim adamı, bir
akıl adamı olduğu kadar bir gönül sultanıdır. Aklıyla gönlünü birleştirerek
Türkiye’nin kalkınmasını sağlayan, bana göre en büyük liderdir. Bir Türkiye’ye
ikinci bir Türkiye ilâve etmiştir. İlk Bakanlar Kurulu toplantısında söylediği
bir söz vardır: “Ben partinin memurlarını değil, devletin memurlarını
istiyorum. Parti için çalışan değil devlet için çalışan insanları tayin
edeceksiniz”.
Yine Demirel’in 1965’teki ilk
Bakanlar Kurulu toplantısında yaptığı ikinci bir açıklama var: “Ne kadar
işyeriniz varsa, ne kadar büronuz varsa hepsini kapatacaksınız. Yalnız ve
yalnız Türkiye için bakanlık ve milletvekilliği yapacaksınız”; ikinci konuşması
da bu. Üçüncü konuşmasında, havaya eliyle bir hat çizerek, “Bu hat asgarî
yaşama düzeyidir. Bu hattın altında yaşayan insanlar bizim insanlarımızdır. Bu
insanları kerpiç evlerden çalı dibinden kurtarmaya mecburuz. Bunu yaptığımız
sürece Allah’ın rızâsına müstahak oluruz” dedi.
Süleyman Bey’in bir sözünü daha
söyleyeyim; “Biliniz ki bizim politikadaki şiârımız Allah rızâsıdır. Bunun
dışında hiçbir şey istemiyoruz”. “Sevgili Nâili” derdi bana; “Benim insanım
açken benim karnım nasıl tok olur...”
“ADNAN BEY’LE FATİN BEY’İN
YAPTIĞINI YAPALIM; İNSAN BİR KERE ÖLÜR”
1965 yılında Ankara-Trabzon arası
72 saat. Süleyman Bey’le Karadeniz seyahatindeyiz. Bir tek Samsun’da liman var
ve yalnız Samsun’da otel var. Bir akşam üzeri Giresun’a gidiyoruz. Bir göl
kenarında durduk. Bir adam elinde balıklar, “Bey” diyor, “eve ekmek götüreceğim,
ne olur bu balıkları al”. Ben bunun üzerine dedim ki “Gel, seni Süleyman Bey’e
götüreyim.” O adamı Süleyman Bey’in yanına götürdüm. Süleyman Bey o adama,
“Karadeniz limanları yeniden yapılacak, Karadeniz yolu açılacak ve hiç kimse
elindeki balığı çöpe atmayacak” dedi. Bu konuşma 1965’te gerçekleşti.
Yine bir akşam Hopa’dan Rus hududu
Kemalpaşa’ya geçtik. Elektrikler yok. Karşısı Sovyet Rusya. Orada buzdolabı
var, çamaşır makinesi var, elektrik süpürgesi var; bizim bu tarafta hiçbir şey
yok. Ben konuşmaya başladım: ‘Orada elektrik var, sizde de olacak. Orada
buzdolabı var, sizde de olacak. Orada çamaşır makinesi var, sizde de olacak.
Konuşmam biterken, bir adam ayağa kalktı ve dedi ki: “Sayın Bakan! Hiç endişe
etme. Bu söylediklerinin hepsi olacak, buna inanıyorum. Onların elektriği var,
ışıklar içinde diyorsun. Ama onların Allah’ı yok. Bizimse Allah’ımız var”.
Süleyman Bey orada, bir yıl sonra bütün o bölgenin elektriğe kavuşacağı sözünü
verdi ve Allah’a şükür kavuşturdu…
Benim Millî Eğitim Bakanlığım
sırasında demişti ki, “Naili, Türk kültürünü anlatacak kitapları birbiri ardına
sırala. Kültürümüzü, insanımıza vermeye çalıştık. Ve bana ikinci olarak dedi
ki: “Kur’ân’ın birinci âyeti, oku! Nerede bir boş yer varsa oraya okul
yaptıracaksın”. Bizim dönemimizde hiçbir ilçe ortaokulsuz kalmadı. Bütün
ilçelere ortaokul getirdik.
1965’te üç arkadaş, İhsan Sabri
Çağlayangil Dışişleri Bakanı, Cihat Bilgehan Maliye Bakanı ve ben de Çalışma
Bakanıyım. Süleyman Bey dedi ki, “Paramız yok. Biz bu yatırımları nasıl
yapacağız, çıkın dünyayı bir dolaşın.” Ben Avrupa’ya gittim. Kiminle
konuştuysam para vermedi. “Türkiye’de 27 Mayıs ihtilâli rüzgârları devam
ediyor, para veremeyiz” dediler. İhsan Sabri Bey de Amerika’ya gitti. Cihat
Bilgehan da Japonya’ya. Hepimiz elimiz boş döndük…
Bunun üzerine Süleyman Bey’in
küçük odasındayız. Süleyman Bey başını iki elinin arasına aldı, ağlıyor. “Şimdi
ne yapacağız,” dedi. “Bir yığın vaadde bulunduk, ‘kalkınan Türkiye’ dedik,
‘gelişen Türkiye’ dedik, şimdi ne yapacağız?” Dedik ki “Rahmetli Adnan
(Menderes) Bey ile Fatin (Rüştü Zorlu) Bey’in yaptığını yapalım. NATO dışında
bir devletten yardım alalım.” “Olur mu,” dedi. “Olur,” dedik. Rusya’ya müracaat
ettik. Dedim ki, “Ne olacak Adnan Bey’le Fatin Bey’i astılar bizi de asarlar. İnsan
bir kere ölür…”
RÖPORTAJ: Cevher İLHAN, Mehmet KARA, Melih TEKİN
***
Ordudaki solcuları tasfiye
iddiasıyla yola çıkan 12 Mart bizi tasfiye etti; 22 Eylül 2015, Salı
Demirel hükümetlerinin önde gelen
bakanlarından Ali Naili Erdem: Süleyman Bey 12 Mart’tan sonra 13 Mart sabahı
beni ve İhsan Sabri Beyi çağırdı ve dedi ki: “Bu Meclisi açık tutacağız. Sizin
kanatlarınızla Meclisi ayakta tutacağız ve uçuracağız.”
ALİ NAİLİ ERDEM ANLATIYOR (2)
“SÜLEYMAN BEY’LE BİRLİKTE
YÜRÜDÜK…”
Demirel’in kalkınma mücadelesini
anlamak için ibret verici hâdiseleri anlatmam lâzım. Zengin ve mutlu bir
Türkiye özleminin içerisinde yaşayanları ortadan kaldırmaya çalışan bir
zihniyet Türkiye’nin içinde de, dışında da vardır. Evhamların içinde değilim,
ama size bir şey anlatayım: Ben 1976 senesinde Almanya Hamburg’ta bir gemi
teslim almaya gittim. Yanımda Deniz Kuvvetleri Komutanı var. Akşam yemek
sonrası bir NATO komutanı şu konuşmayı yaptı: “Biz sizleri sevmeyiz. Sizi
Slavlar da sevmez. Ruslar sıcak denizlere inmek istediler, onlara da fırsat
vermediniz, onlar da sizi sevmez. Siz şimdi 50 milyon Türksünüz, sırtınız tok
karnınız pek olsa 50 milyon silâh olursunuz, dünyanın dengesini bozarsınız.
Dünyanın dengesinin bozulmaması için sizin sırtınızın tok, karnınızın pek
olmaması lâzım…”
Bunun üzerine, ‘Nasıl yapacaksınız
bunu?’ dedim. “Çok kolay, sizin baş ağrılarınız var” dedi. ‘Nasıl?’ dedim.
“İlerici - gerici, sağcı - solcu, Alevî - Kürt... Aynı evde iki kardeş
birbirine tabanca çekecek. Sizi biz, zengin ve mutlu kılmayız” dedi. ‘Bana niye
anlattınız bunları?, dedim. “Başbakanınıza söyleyesiniz diye anlattım, dedi.
Şimdi bu anlayış yok olmamıştır. Yok oldu falan düşünmeyin, yok olmamıştır.
Esasında, biz bunları bilerek Süleyman Bey’le beraber yürüdük…
“BİR VEFA ADAMI, İYİ BİR DEMOKRAT,
DÜŞMANINA KARŞI ASİL…”
Süleyman Bey Bir vefa adamıdır.
Düşmanına karşı da asildir. Onu da söyleyeyim mi size? Kendisine “masonluk”
isnadında bulunan adamı daha sonra Sağlık Bakanı yaptı. Kendisine söven adamı
da Gençlik ve Spor Bakanı yaptı. Gittim kendisine ‘Efendim, ne yapıyorsunuz?”
diye sordum. “Ne diyor Kur’ân; ‘Sana kötülük edene sen iyilik edeceksin’
demiyor mu?” ibretli cevabı verdi.
Süleyman Bey sizin anlattığınız
her şeyi beğenmeyebilir, ama dinler. Zincirbozan’dayız, Halk Partili iki
milletvekili de orada. Dediler ki sen ne kadar mutlu adamsın. Süleyman Bey’le
her şeyi konuşuyorsun, seni dinliyor. Biz bir gün Bülent Ecevit’e kendi
görüşünün aksine bir şey söyledik, adam bizi defterden sildi…
Süleyman Demirel iyi bir Demokrat.
Sizin yanlışlıklarınızı yüzünüze vurmayan bir adam. Kur’ân ne diyor; ‘Ayıbı
yüze vurma!’ Kültürümüzü benimseyen bir anlayışı var. Bu kültürün içerisinde
İslâm var, Türk var, Batı var. Üçünün hepsi hemahenk…
Yahya Kemal “Ne harâbiyim ne
harâbatiyim, kökü mazide atiyim” diyor. “Kökü mazide olmak”, tarihini inkâr
etmemek, ecdâdını inkâr etmemek, onlarla iftihar etmektir. Ama “ati olmak”,
geleceğe hazırlanmak, geleceği geçmişe tercih etmektir.
Demirel, “İstanbul’un Şişli’sinde
ne varsa Hakkâri’nin Yüksekova’sında da aynısı olacak” diyordu. Türkiye’yi
bütün insanlarıyla kucaklayabilme, kitle partisi dediğimiz parti, merkez sağ
dediğimiz parti, işte -Demirel’den anlattığım- bu misyona sahiptir…
“12 MART’TA MECLİS’İ AÇIK
TUTUP DARBEYİ SAVUŞTURDU”
12 Mart Muhtırası’nda “Demirel
şapkasını alıp gitti” diyorlar. O gün siz de oradaydınız. 12 Mart’ta şâhit
olduğunuz demokratik tavır ve direnci hakkında neler söylersiniz?
Yalan! Süleyman Bey şapkasını
falan alıp gitmedi. Şimdi hadise şu: 12 Mart’a tekâddüm eden günlerde Doğan
Avcıoğlu, Hasan Cemal gibi şahıslar, askerden güç almak suretiyle bir darbe
teşebbüsünde bulunmayı ve “cici demokrasi” diye tanımladıkları demokrasimizin
yerine tek bir partiye dayalı parlamentoyu kurmayı ideal olarak hedeflediler. O
tarihte, Kızılay’da akşam üzerleri “Biz Türksüz ve Müslümansız bir Türkiye
istiyoruz” diyerek yürüyorlardı. Tabiî o tarihte biz imsâk ile hareket etmek
lüzumunu hissettiğimiz için paçayı kaptırmamaya itina göstererek güvenlik
tedbirlerimizi alıyorduk…
Askerin içinde kıpırdamalar var
denildi. 12 Mart’ın hemen bir hafta öncesinde, sanıyorum 6 veya 5 Mart’ta ben
Adalet Partisi Meclis Grubunda bir konuşma yaptım. Konuşmamın sebebi o
tarihlerde İçişleri Bakanı, Deniz Gezmiş’le bir fotoğraf çektirmişti. ‘Bu
yanlış bir şey dedim. Akşam üzeri Süleyman Bey çağırdı, dedi ki ‘Bugün
konuşmanı dikkatle dinledim. Naili bu ne?” Dedim ki ‘Sayın Başbakanım korkum
var. Bize bir muhtıra verecekler.’ “Nereden çıkardın bunu” dedi. Askerin
içerisindeki sol cereyanlar had safhada. 12 Mart daha sonra ordunun içerisine
giren solcuların tasfiyesi olarak nitelendirildi. İyi de aslında tasfiye edilen
biz olduk.
12 Mart muhtırasına mâruz kalınca
Selahattin Kılıç, “Keşke istifa etmeseydik kalsaydık, gelip bizi burada süngüleselerdi”
dedi. Buna karşı Millî Savunma Bakanı Hasan Dinçer, “Kiminle neyin kavgasını
yapacağız?” diye karşı çıktı. Süleyman Bey’e dedim ki, ‘aşağıda arkadaşlar
böyle konuştular.’ Dedi ki “Naili, ne yapmam lâzımdı. Biz burada dirensek,
topumuz tüfeğimiz silâhımız yok. Bizim milletimiz böyle bir durumda bize
‘kahraman’ mı der, yoksa ‘enâyi’ mi?” Bu fevkalâde anlamlı ve doğru bir
tesbittir.
Süleyman Bey derdi ki; devlet
adamı, olayları zamana yayarak çözümünü sağlar. Kayseri milletvekili Kemal
Doğan, -muhtırayı veren generaller için- “Devletin memurları olan bu insanların
bize yapmış oldukları karşısında suskun mu kalalım!” tepkisini vermişti.
Süleyman Bey, “Re’sen emekli mi edelim onu mu demek istiyorsun” deyince, “Evet
efendim” dedi. “Re’sen emekliye sevk ederiz de onların ardından geleceklerin
kimler olduğunu biliyor musun?” diye sordu. Hülâsa, Demirel, 12 Mart’ta
Meclis’in açık kalmasını sağlayıp bir darbeyi geçiştirdi.
DEMOKRASİYİ YAŞATMAK İÇİN
PARLAMENTO AÇIK VE SAYGIN OLMALI
Bilindiği gibi, 12 Mart’ın
ardından Nihat Erim’i “partiler üstü” diye tanımladılar. Nihat Erim daha önce
İsmet Paşa’nın tutum ve davranışlarından dolayı zaman zaman gelir şikâyet
ederdi. Başbakan olunca, bu sokaktaki hareketlerin öğrenci hareketleri
olmadığını, devleti teslim almak istediklerini söyledi.
Konuşması bitince dedik ki “Sen,
15 gün önce Başbakan değilken yaptığın konuşmaların hepsinde ‘bunlar öğrenci
hareketleridir’ dedin ve bizi kınadın. ‘Öğrenci hareketlerini önlüyorsunuz, siz
demokrasiye karşısınız!’ demiştin. Şimdi diyorsun ki ‘Bunlar devleti teslim
almaya çalışıyorlar.’ Bu görüşe nereden geldin?” Dedi ki “Naili, devletin
arşivlerine girdim, sizin dediklerinizin doğru olduğunu gördüm…”
Süleyman Bey 12 Mart’tan sonra 13
Mart sabahı beni ve İhsan Sabri Bey’i çağırdı ve bize dedi ki; “Bu Meclis’i
açık tutacağız.” Demirel’in çok önemli vasıflarından birisi de Meclis’i açık
tutmasıdır. Eğer bu ülkede demokrasiyi yaşatmak istiyorsanız parlamentoyu
saygın halde tutmaya mecbursunuz.
İhsan Sabri Bey AP Senato Grup
Başkanı oldu, ben Meclis Grup Başkanvekili oldum. Ve Süleyman Bey’in söylediği
söz; “Sizin kanatlarınızla Meclis’i ayakta tutacağız ve uçuracağız…”
O arada rahmetli Ferit Melen’e
hükümet kurma görevi verildi. Naim Talu hükümetinde de ben tekrar Çalışma
Bakanı oldum. Naim Talu Bey dedi ki; “Bu memurun maaşını nasıl ödeyeceğiz?” Ben
güldüm. “Niye gülüyorsun?” Dedim ki “1965’te Çalışma Bakanı olduğum zaman
Başbakan Süleyman Bey de aynı soruyu bana sormuştu. Şimdi geldik 1973’e siz de
aynı soruyu soruyorsunuz.” “Evet”, dedi. “Haklısın...”
Akşam Süleyman Bey’e gittim
bunları anlattım. “Yahu Naili” dedi, “Dışarıya dört madde ihraç ediyoruz; bunun
karşısında ithal ettiğimiz petrolün yarı fiyatını ancak ödüyoruz…” Ama bütün bu
sıkıntıların içinden Türkiye’yi bir defa daha çekip çıkarmıştı…
RÖPORTAJ: Cevher İLHAN, Mehmet KARA, Melih TEKİN
RÖPORTAJ: Cevher İLHAN, Mehmet KARA, Melih TEKİN
***
“Faruk Gürler’i seçmezseniz
buradan cesetleriniz çıkar” 23 Eylül 2015, Çarşamba
ALİ NAİLİ ERDEM: 1973'teki
cumhurbaşkanı seçimi öncesinde üniformalı bir tuğgeneral, bana “Sayın Grup
Başkanı, bu akşam buradan Faruk Gürler cumhurbaşkanı olarak çıkmazsa, siz
buradan çıkamazsınız! Cesetleriniz burada kalır” dedi.
ALİ NAİLİ ERDEM ANLATIYOR (3)
“CESETLERİNİZ BURADA KALIR!”
TEHDİDİ
12 Mart muhtırası sürecinde
Demirel’in AP grubuyla birlikte askerlerin Faruk Gürler’i cumhurbaşkanı
seçtirme dayatmalarına ve cuntaya karşı diretmesi var. Bunu özetler misiniz?
12 Mart’tan sonra bence en önemli
olaylardan bir tanesi Faruk Gürler’in cumhurbaşkanı seçimleri hadisesidir. 1961
parlamentosu silâhların gölgesi altında açılmıştı. Biz o zaman parlamentoya
geldik, -merhum- Ali Fuat Başgil Hocayı Cumhurbaşkanı seçtirmek istiyoruz.
“Olmaz öyle şey” diyorlar.Ve o tarihte İstanbul’da Cemal Tural’ın başkanlığında
kurulan ekip “Cemal Gürsel cumhurbaşkanı olacaktır, İsmet Paşa Başbakan olacak,
aksi halde bu Meclis açılmaz” dediler. Yani 27 Mayıs’tan sonraki Meclis bu
şartlarla açıldı.
Gürler aday olunca Süleyman Bey,
“kimin cumhurbaşkanı olacağından nasıl olacağı daha önemlidir” dedi.
Seçim günü gece saat 9 sularında
bir beyefendi geldi. “Sizinle bir beyefendi konuşmak istiyor” dediler. Dışarı
çıktım, Meclis’in karanlık bir koridoruna girdik. Üniformalı bir tuğgeneral,
MİT temsilcisiymiş, bana “Sayın Grup Başkanı, bu akşam buradan Faruk Gürler
cumhurbaşkanı olarak çıkmazsa, siz buradan çıkamazsınız!” dedi. “Nasıl
çıkamayız” diye sordum. “Cesetleriniz burada kalır, dedi. Ben de; “Sevgili
tuğgeneral, burası garnizon değil, burası karargâh değil. Burada her arkadaşın
kendi fikri vardır. Ben bunu söyleyemem” diye cevap verdim. “Siz bilirsiniz,
sonuçlarına katlanırsınız” deyip ayrıldı.
Ardından girdim Meclis’e, Süleyman
Bey en önde tek başına oturuyor. Dedim ki hadise böyle. “Ne yapmayı
düşünüyorsun?” diye sordu bana. “Size söyledim, kimseye söylemedim; biz burada
reyimizi kullanacağız” dedim. Bunun üzerine “Naili, bunu kimseye söylemezsen
iyi olur….”
Neticede Gürler seçimi kaybetti.
Seçimi kaybetmesinden sanıyorum on beş gün sonra Stockholm’de karşılaştık.
Kanserdi, tedaviye gelmiş. Orada dedi ki, “Sayın Bakanım, sana teşekkür ederim.
Doğruyu bir tek sen söyledin.” Zira ben kendisine demiştim ki ‘Aday olma.’ “Bir
yığın arkadaş imza verdi”, dedi. “Onlar protokol imzasıdır, onlara güvenmeyin,
sizi memnun etmek için atılan imzalardır’ diye uyarmıştım…
DEMOKRAT DÜZENDE ŞAHESER OLAN
BİREYDİR
12 Eylül 1980 darbesinin içyüzü de
bilinmiyor. Darbe öncesinde 27 Aralık 1979’da çoğu kimsenin bilmediği
komutanların verdiği bir “mektup-muhtıra” meselesi var. 12 Eylül “darbe
gerekçeleri”ne cevabınız nedir? Demokrasiyi katleden darbelerde en çok ileri
sürülen “ülkenin uçurumun kenârına geldiği”, “ekonominin çöktüğü” benzeri
isnadlara yorumunuz nedir? Bugün Türkiye’nin demokrasi ve ekonomik durumunu
değerlendirir misiniz?
Doğru, askerler onu bir muhtıra
olarak kabul etmiyorlar. “Bir mektup yolladık” diyorlar. “Parlamento
çalışmıyor, ülke sorunları tehlike arz ediyor” diyorlar. Oysa henüz bir-bir
buçuk aylık hükûmettik. Yoklukları, kuyrukları kaldırmaya, ekonomiyi düzeltmeye
çalışıyorduk. Düzelttik de. Demirel’in başkanlığındaki hükûmet yoklukları,
kuyrukları kaldırdı. Başta petrol olmak üzere bütün maddeler temin edildi…
Ancak anarşiyi önleyecek güvenlik
güçleri idi. Ortaya çıkarılan havada gençler, düğüne koşar gibi ölüme
koşuyorlardı. Ve birbirlerini acımadan öldürüyorlardı. Bazı yerler kurtarılmış
bölge olarak tanımlanıyordu.
Güvenliği sağlamada güvenli
olanlar emniyet kuvvetleri, jandarma ve Türk Silâhlı Kuvvetleridir. Başbakan
Demirel, askerlere, sıkıyönetim komutanlarına, “12 Eylül’den önce diyor ki, bu
kan durmalıdır. Bu çocukların karşılıklı birbirlerini vurmaları
durdurulmalıdır. Yasa ise yasa, silâh ise silâh, imkân ise imkân, neyi
istiyorsanız verelim, yeter ki anarşiyi, akan kanı durdurun!” demişti. İkinci
Ordu Komutanı’nın, darbeden bir sene önce “İhtilâle zeminin olgunlaşması için
bir yıl bekledik” deyip beş bin gencin ölümüne göz göre göre seyirci kalması
dikkat çekicidir.
Yani, bu itiraflardan da
anlaşılıyor ki, 12 Eylül “gerekçeleri” aslı astarı olmayan “darbe
bahaneleri”ydi...
Sonuçta, birbiri arkasına yapılan
darbeler birçok insanda ümitsizliğe sebep oldu. Halbuki, demokrat düzende
şaheser olan bireydir. Ve birey kendi ayakları üzerinde kendi imkânlarını
sağlar. Zira demokraside aslolan milletin zenginliğidir. Milletin
zenginliğinden devletin zenginliğine gidilir…
MENDERES GİBİ DEMİREL’E
DE DESTEK VERMEDİLER
Bugün ekonomimiz güzel değildir.
Kim güzel diyorsa doğru söylemiyor. Dışarıdan gelen parayla ayakta duruyoruz.
Ve bunun sonucunda da kendi ürettiğimiz bir şey yok. Alman harikasını oluşturan
Ludwig Erhard’la 1964 yılında bir konuşmamızda, “2. Dünya Savaşı’nda bitmiş bir
Almanya’yı ayağa kaldırdınız, nasıl yaptınız bunu” diye sordum. Adamın verdiği
cevap; “üretim” oldu. Üç defa sordum, üç defa da aynı “üretim” cevabını aldım.
Yine sene 1980, Alman Başbakanı
Helmut Kohl’un dâvetlisiyim. Berlin’de CDU’nun (Hıristiyan Demokrat Birliği)
kongresi var. Adam diyor ki; “Enerjiye sahip olan devlet, dünyanın
efendisidir.” Oysa şu anda Bulgaristan dahil her yerden elektrik alıyoruz.
Gediz Depremi yaşandığında Gediz’e gidiyoruz. Yol felâket! Yanımda Plânlama
Müsteşarı var. Sordum, “Bu yolu niye yapmıyorsunuz?” diye. “Bizim ilk
yaptığımız şey millî gelire doğrudan doğruya katkı yapan üretimdir” diyor.
Peki şimdi soruyorum; 13 senede
kaç tane Tüpraş yapıldı? Kaç tane Petkim var? Sene 1954’te Adnan Bey’le Fatin
Bey Almanya’da Ren Nehri’nin üzerinde Alman Başbakanıyla bir görüşme
gerçekleştiriyorlar. Adnan Bey “Biz NATO ülkesiyiz, demir-çelik fabrikası
kuracağız bize yardım edin” diyor. Alman Başbakanı, “Demir-çelik dünya
devletlerini ayakta tutan güçtür, size yardım edersek bize rakip olursunuz”
diye reddediyor. Ve Adnan Bey sinirlenip orayı terk ediyor.
Sene 1946’da İsmet Paşa, “yarının
Türkiye’si ne olmalıdır” diye Dünya Bankası’ndan bir rapor hazırlanmasını
istiyor. Raporda, “Türkiye sanayileşmemelidir. Türkiye ziraat kalmalıdır”
deniyor. Sonra bu rapor Adnan Bey’in önüne de geliyor; diyor ki, “Bunlar bizi
fukara kılmak istiyorlar.” Ve Amerika’ya gidiyor, Eisenhower’den yardım
istiyor. Eisenhower, “Size yardım ederiz” diyor. O tarihte 150 bin dolar. Ama
Eisenhower daha sonra bu parayı ödemekten vazgeçiyor. Çok saygıdeğer bir iş
adamımız Amerikalı bir senatöre diyor ki, “Bu parayı bize vermeyin, biz bu
parayı hovardaca yeriz...”
“BEN BİLİRİM BEN
YAPARIM” DEMOKRASİLERDE OLMAZ
Demokrasi kolay oturmuyor.
Demokrasi bu değil. Bu yaşadığımız şeyin adı demokrasi değil. Sadece sandığın
varlığı seçimin meşrûiyeti, demokrasi için yeterli değildir.
Demokraside sevgi, hoşgörü çok
önemli. Ve demokraside eğitimin bütünleşmesi çok önemli. Demokraside ekonominin
düzeyi çok önemli. Bunlar olmadığı zaman demokrasi zaaflarla malûldür. Herkes
kendi demokrasisinin tarifini yapıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’la oturup
konuşabilsem bunları anlatacağım.
Demokrasi Ahmet İyimaya’nın,
Burhan Kuzu’nun anlattığı gibi değil. Burhan Kuzu’nun profesörlük belgesinde
benim imzam var, onun için söylüyorum. Sayın Cumhurbaşkanının konuşmalarının
demokrasiyle ilgisi yok. “Ben bilirim, ben yaparım”, demokrasilerde “ben” yok.
Kur’ân’da var mı “ben” kelimesi? “Biz” var. Diyor ki, “ben, ben, ben!” Bu
demokraside olmaz, olmuyor…
Bugün ekonomimiz güzel değildir.
Kim güzel diyorsa doğru söylemiyor. Dışarıdan gelen parayla ayakta duruyoruz.
Ve bunun sonucunda da kendi ürettiğimiz birşey yok.
13 senede kaç TÜRRAŞ ve Petkim
yapıldı, soruyorum. Almanya 2. Dünya Savaşından sonra üretimle ayağa kalktı.
RÖPORTAJ: Cevher İLHAN, Mehmet KARA, Melih TEKİN
RÖPORTAJ: Cevher İLHAN, Mehmet KARA, Melih TEKİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder