15 Eylül 2017 Cuma

Hükümetin İçine Düştüğü Kuzey Irak Bataklığı: "MİSAK-I MİLLİ, “ATATÜRK-MENDERES-BAYAR” VE TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN MUSUL VİLÂYETİ"

İŞTE (BABA) BARZANİ'NİN BAŞVEKİL ADNAN MENDERES VE CUMHURBAŞKANI CELÂL BAYAR’A GÖNDERDİĞİ MEKTUP 
(Baba) Şeyh İsmail Barzanî’nin, 17 Nisan 1956 tarihinde dönemin "Hür ve Hükümran" Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanı Adnan Menderes ile Cumhurbaşkanı Celâl Bayar'a gönderdiği mektup ortaya çıktı.
Şeyh Abdüsselâm Barzanî’nin oğlu, Molla Mustafa Barzani’nin yeğeni Merhum Şeyh İsmail Barzanî’nin, 17 Nisan 1956’da, “Filistin Davasına destek verilmesi, Siyonizmin Filistin’den tümüyle kovulması” talebiyle, Başbakan Merhum Adnan Menderes’e gönderdiği mektup gün yüzüne çıktı.
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'ndeki mektubun Türkçe tercümesi şöyle:
"Fehamet Sahibi Türkiye Başbakanı Beyefendi Hazretlerine, Allah Taâla, bir mahluku yarattığında, ona, düşmanlarının saldırısından korunmak için mutlaka nefsini müdafaa gücünü de bahşeder. Şüphesiz, her mü’min ilahi emirleri yerine getirmek için nefsinin, insanlığının şeref ve onurunu muhafaza etmelidir.
Her mü’min için nefsini Allah yolunda yönlendirmek ve sahih yol üzere kılmakla gereklidir.
Nitekim yet-i Kerîme’de ” İnnellaheştera minelmü’minîne enfüsehum ve emvâlehum Bienne Lehumulcenne, Şüphesiz ki, Allah müminlerin nefislerini (canlarını) ve mallarını onlara, cennet karşılığında iştira (vaad) eylemiştir.” buyurulmaktadır.
Muhterem Üstadım,
Eğer, düşmanların müminlerin beldelerinde, bu güzel beldelerde düşmanlığını müşahede edebilseydiniz, zira, görüyoruz ki, Siyonizm yaralı Filistin beldelerinin bir kısmını gaspetmiştir.
“Siyonistler ellerindeki, mücehhez silahlarla kurşun ve bombalar kullanarak Filistin insanının haremine tecavüz etmekte, çocukları katletmekte, ulemadan olan dostlarımızı ortadan kaldırmaktalar.
Kurdukları devlette, ellerindeki mücehhez, donanımlı kara,deniz ve hava silah ve güçleriyle bunlar güzelim köyleri bombalamakta ve vurmaktalar.
Biz bu şekilde, en derin saygılarımızla sizden buna ehemmiyet vermenizi ve Yahudilerin Filistin’den kovulması için gerekli tedbirlere başvurmanız için bunu arz ediyoruz. Ta ki burada gasbedilmiş topraklar üzerinde bir devlet tesis edemesinler. Yahudileri Filistin’den çıkarmak dinî bir vecibe’dir. Bu hususta cehd göstermemiz, tabiî ki, mücadele etmemiz Allah’ın (C.C) emirlerinden’dir.
Burada yazılan, Filistin’de var olan zulmü ortaya koymak içindir. Halbuki, bu şehir ve köyler daha 30-40 yıl önce, Osmanlı’ya aitti. Bu yüzden, bizden daha güçlü olan sizlerden bunu talep ediyoruz. Gerçek güç sahibi Allah’dır. (C.C.).
Bu vesile ile, Mübarek Ramazanızı tebrik ederim.’
17/4/1956
Muhlisiniz Eş-Şeyh İsmail
Kaynak: Müfid Yüksel
**
YORUMLAR
Kürt Mehmed (2 yıl önce): Merhum Şeyh Abdüsselâm Barzanî şunu bilmiyordu; o dediği Osmanlı çoktan beyaz Türkler ve dış kuvvetleri tarafından alaşağı edilmiş ve İslam karşıtı bir rejimin ikame edildiğini bilmiyordu. O zannediyordu ki daha Türkiye Müslümandır. İyiki mektubu İsmet İnönüye göndermemiş, bari Menderese göndermiş. Türkiye'nin ilk İsrail devletini tanıyan bir ülke olduğunu da bilmiyordu merhum. Allah ona ve onun gibi düşünenlere rahmet eylesin.
Türk-Kürt (2 yıl önce): Bunlar olsa olsa ABD-İngiliz Şeyhi olurlar. Türk milletinin bunlardan çektiğini hiçbir kalem yazamaz.
***
TÜRKİYE’NİN MUSUL VİLAYETİ PETROPOLİTİĞİ
Bekir Aydoğan/Ekopolitik Araştırmacısı
“Irak’ın önde gelen ihraç ürünleri marul ve salatalık olsa ve büyük petrol sahaları da Güney Pasifik’te yer alsa idi, ABD’nin yine de bu ülkeyi özgürleştireceğine inanmak için bizim yönetenlere sıra dışı bir teslimiyetimiz gerekirdi.”(1)
Vietnam Savaşı, Arap-İsrail çatışmaları, Körfez, Kosova ve Irak Savaşı’ndaki insan hakları ihlallerine muhalif duruşuyla bilinen Noam Chomsky; 2003 Irak Savaşı’na ilişkin 2006 yılında böylesi bir açıklama getiriyor ve bu sözler bize; ABD Başkanı Jimmy Carter’ın 23 Ocak 1980 günü,“Basra Körfezi petrolüne erişim yaşamsal bir ulusal çıkarımızdır. Bu çıkarımızı korumak için ABD, askeri güç kullanımı da dâhil her vasıtayı kullanmaya hazırdır.” (2) deyişini hatırlatıyor.
DÜNYA PETROL REZERVLERİNİN %69.7’SİNE SAHİP ORTA DOĞU
Bugün dünya petrol rezervlerinin %69.7’sini (3) oluşturan, siyasi çalkantı ve askeri müdahalelerin çok sık yaşandığı Ortadoğu; bundan yaklaşık 1 asır önce büyük ölçüde Osmanlı Devleti sınırları içerisinde bulunuyor, sahip olduğu stratejik konum ve yer altı zenginlikleri bakımından sanayileşen devletlerinin ilgisini cezbediyordu. Dönemin bu özellikteki bölgeleri, devletlerin buralarda izlenen politikalarını ve üstü kapalı da olsa geleceğe ilişkin planlarını belirlemede etkili oluyordu. Zira bugün olduğu gibi, 1980’lerde ve 20. yüzyılın başlarında da buna ilişkin izler bulabiliyoruz. Bu konuda dönemin İngiltere Donanma Bakanı Walter Hume Long, 23 Mart 1920 günü yaptığı bir konuşmada şunları dile getirmiştir; “Dünyadaki bilinen petrol yataklarını ele geçirebilirsek, dilediğimiz gibi kullanabiliriz. Eğer, Büyük Britanya ‘ele geçirilebilir’ petrol sahalarına sahip olma fırsatını elinden kaçırırsa, Hükümet ‘ulusal çıkarlar bakımından en uygun zamanda harekete geçmemekle suçlanacaktır.’
Olağan dışı fırsatların eşiğindeyiz; ya biz bu kapıdan girmek için gerekeni yapacağız veya başkaları girecek ve geleceğin anahtarına sahip olacaklardır.”(4) Aslında Carter ve Long’un bu sözleri; devletlerin petropolitiği, ‘ulusal çıkar’ kavramıyla ne kadar yakın tuttuklarını gösterir ve zaten 21. yüzyılın Avrasya üzerinde mücadele ile geçeceğini söyleyen Bill Clinton da, 20. yüzyılın Ortadoğu petrollerine yönelik savaşlarla geçtiğini dile getirmiş ve belki de bu öngörüyle geleceğin anahtarına sahip olma konusunda ülkesinin ciddiyetini ortaya koymuştur. Bu noktada ‘ulusal çıkar’olarak görülen petrol politikalarının güç uygulayarak değil, uluslararası antlaşmalar nezdinde sürdürülmesi ve ülkelerin iç işlerine müdahale olmaksızın izlenmesi gerektiği de söylenmelidir.
20. yüzyılın başlarına döndüğümüzde göreceğimiz manzara şudur ki; Osmanlı Devleti üç kıtaya yayılmış geniş topraklarına rağmen bir türlü sanayileşmesini tamamlayamamış, petrol yatakları ve kullanım hakları ile ilgili açık ve net bir petrol politikası güdemediğinden hudutları dışında ve hatta içinde gerçekleşen petrol mücadelesinin uzağında kalmıştır. Önceleri Osmanlı Devleti’nin yanında yer alan batılı ülkeler rakipleri arttıkça ve sömürge alanları daraldıkça bölge üzerinde kullanım hakları ve imtiyazlar edinmiş; üstelik süreç ilerledikçe bununla da yetinmeyerek menfaatleri doğrultusunda mutlak güce sahip olma düşüncesiyle hareket etmişlerdir.(5) Ticari anlaşmalar, demiryolu projeleri ve rekabet içerisinde olan petrol firmalarının mücadeleleri; tüm Ortadoğu’yu kapsamakla birlikte, dönemin hegemon ülkesi olan İngiltere’nin sömürge yollarına giden şimdiki Irak dâhilindeki Basra Körfezi’nde de gerçekleşiyordu.
İngiltere için Basra Körfezi’nin güvenliği denizden Kıbrıs Adası ile olduğu kadar da, karadan da Musul Vilayeti çevresiyle sağlama alınmalı ve bölgenin sahip olduğu yer altı zenginlikleri de mutlak suretle kullanılmalıydı. Bu amaçlar dâhilinde geçen Birinci Dünya Savaşı sonucunda Türkiye ile bir takım görüşmeler ve antlaşmalar yapılmış; Musul Vilayeti’nin statüsüne ve bölgeden elde edilen petrol üzerindeki haklara ilişkin kararlar verilmiştir.
Çizmiş olduğumuz temelden güçle, makalenin esas ayağını oluşturan Türkiye’nin Musul Vilayeti petrolü üzerindeki haklarına geçebilir ve batılı devlet adamlarının ‘ulusal çıkar’ şeklinde tanımladığı petropolitiğin ülkemiz tarafından Musul petrolleri için nasıl uygulandığını görebiliriz.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN KURULUŞU VE MUSUL PETROLÜ
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulumundan itibaren Osmanlı Devleti’nden kalma borçların ödenmesi, savaştan yeni çıkan bir milletin ülkeyi kalkındırması açısından olumsuz bir etken olmuş; öte yandan Musul petrolleri üzerinde Türkiye’nin 5 Haziran 1926 tarihli Ankara Antlaşması’ndan doğan hakları, hem bu borçların ödenmesini hem de ülkenin kalkınmasını sağlayacak maddi gelirin umudu olmuştur. Bu noktada Ankara Antlaşması ve bu antlaşmanın içerisinde geçen 14 Mart 1925 tarihli Irak hükümeti ile -antlaşmanın imzalandığı tarihte hisselerinin çoğu İngilizlere ait olan ve adı 1929 yılında Irak Petrol Şirketi olarak değiştirilen- Turkish Petroleum Şirketi arasında yapılan antlaşma, Musul petrolleri üzerinde yapacağımız analizin odak noktasını oluşturmaktadır.
Başbakanlık Arşivi’nden alınan Ankara Antlaşması’nın petrol hisseleriyle ilgili 14. maddesini incelediğimizde konuya referans olabileceğini görebiliriz. Üçüncü Fasıl, Ahkâm-ı Umumiye Madde -14: Her iki memleket arasında menafi-i müştereke sahasını tevsi etmek maksadıyla Irak Hükümeti işbu muahedenin mevki’i meriyete vaz’ı tarihlerinden itibaren yirmi beş sene müddetle berveçh-i zir alacağı aidatın yüzde onunu Türkiye Hükümeti’ne tediye edecektir. 
A)14 Mart 925 tarihli imtiyaz mukavelesinin onuncu maddesi mucibince ‘Turkish Petroleum Campany’den,
B) Bâlâdaki imtiyaz mukavelesinin altıncı maddesi mucibince petrol ihraç edebilecek olan şirketlerden veya eşhastan,
C) Bâlâda zikredilen imtiyaznamenin 33. maddesi mucibince teşekkül edebilecek olan muavin şirketlerden.”(6) 5 Haziran 1926 tarihindeki Ankara Antlaşması’nın -“Türkiye ile İngiltere ve Irak arasında Türk Irak Sınırı ve İyi Komşuluk İlişkileri Andlaşması”- 14’üncü maddesini şu şekilde açıklayabiliriz;
Irak Hükümeti, işbu Andlaşmanın yürürlüğe konulması gününden başlayarak 25 yıl süre ile aşağıda gösterilen gelirlerin % 10’unu Türkiye Hükümetine ödeyecektir.
A) 14 Mart 1925 günlü Ayrıcalık Sözleşmesi’nin 10. Maddesi uyarınca “Turkish Petroleum” Şirketinden,
B) Yukarıda anılan Ayrıcalık Sözleşmesi’nin 6. Maddesi uyarınca petrol ihraç edebilecek olan ortaklıklardan ya da kişilerden, C) Söz konusu Ayrıcalık Sözleşmesi’nin 33. Maddesi uyarınca kurulabilecek yan ortaklıklardan.(7) Ayrıca Türkiye, Irak gelirlerinden alacağı ‘royalty’ hakkından 5 Haziran 1926’dan itibaren 500.000 sterlin karşılığında 12 ay içinde vaz geçebilecektir.
Bu minvalde; 14 Haziran 1926’da Ankara Antlaşması Irak Meclisi tarafından kabul edildikten sonra Türk basınında Türkiye’nin 500 000 sterlin alarak %10’luk payından vazgeçtiği yazılmış ve bu haberlerin yanlış olduğuna dair açıklama 17 Haziran tarihinde Anadolu Ajansı vasıtasıyla yapılmıştır.(8) Bu konuda detaylı açıklamaların bulunduğu “İmparatorluktan Cumhuriyete Petropolitik” adlı kitabın yazarı-20. ve 21. dönem Ankara Milletvekilliği ile Başbakan Yardımcılığı ve Milli Eğitim Bakanlığı yapan- Hikmet Uluğbay’a göre Türkiye, Ankara Antlaşması’nın ekinde yer alan 500 bin sterlinlik toptan ödemeyi seçtiğine ilişkin olarak, antlaşmadan itibaren 12 ay içerisinde Irak Hükümetine bir bildirimde bulunmamıştır. Değiştirilen mektup notasında toptan ödemenin tercih edilmesi hâlinde bu seçimini 12 ay zarfında Irak Hükümetine bildirme zorunluluğu vardır. Türkiye, böyle bir bildirimde bulunmadığından, Turkish Petrol Şirketi’nin Irak Hükümeti’ne ödeyeceği royalti gelirinin yüzde 10’unu alma hakkını tercih etmiştir.
1934 yılında başlayan, 1958 yılına kadar Bütçe Kanunlarının, Devletin gelir kaynaklarının gösterildiği “B” Cetvellerine “Sözleşmesi Gereğince Musul Petrollerinden Alacak” diye bir gelir kaleminin konulmaya başlanması ise buna somut bir kanıttır. Aynı alacak, 1959-1985 yılları arasında da Bütçe Kanununun metni içine bir madde hükmü olarak konulmaya devam etmiştir.
İkinci kanıt ise 1934-1954 dönemine ait “Kesin Hesap Kanunları”nda “Sözleşmesi Gereğince Musul Petrollerinden Alınan” hükmü çerçevesinde yapılan tahsilat rakamlarına yer verilmesidir.(9) Hem o dönemin resmi açıklamalarından hem de Hikmet Uluğbay’ın yaptığı araştırmalardan Türkiye’nin 500 bin sterlin ödemesini seçmediğini anlayabiliriz. Bu noktada Ankara Antlaşması’nda geçen Turkish Petroleum Şirketi’nin Irak petrolleri üzerinde sahip olduğu hakları, Türkiye’nin sahibi olduğu petrol gelirleri hakkını etkilediğinden, T.P. Şirketinin ne gibi haklara sahip olduğunu da vurgulamak gerekir. “Türk Petrol Limited Şirketi’nin Irak Hükümeti ile imzaladığı, 14 Mart 1925 tarihli Sözleşme’nin bazı maddeleri: Madde 1- Hükümet, şirkete aşağıda belirtilen şartlarda, petrol, nafta, doğalgaz, ozokerit (yermumu) maddelerinin ve türevlerinin aranması, çıkarılması, işletilmesi, taşınması ve satılması ile ilgili ticari faaliyetlerde bulunma ayrıcalık hakkını vermiştir.
Madde 3- Bu sözleşmenin ilişkili olduğu alan bundan böyle “tanımlanmış alan” olarak anılacaktır. Aksine hüküm olmadıkça, transfer edilmiş bölgeler hariç Irak’ı ve eskiden Basra Vilayeti olarak anılan bölgeyi kapsayacaktır. Irak’ın hudutları belirlendiğinde, “tanımlanmış alanın” sınırlarını açıkça belirleyecek ayrı bir sözleşme hükümet ile şirket arasında icra edilecektir.
Madde 10- Bu sözleşme ile tanınmış ayrıcalıkla ilgili olarak, şirket, hükümete birinci maddede belirtilen maddelerin tonu başına royalti ödemesinde bulunacaktır. Royalti aşağıdaki şekilde hesaplanacaktır; (1) İhraç için inşa edilecek boru hattının tamamlanmasından itibaren yirmi yıl süre ile ton başına dört (altın) şilin olacaktır.” Bu konuda Uluğbay’a göre; Irak Hükümeti ile Türk Petrol Şirketi arasında imzalanan 14 Mart 1925 tarihli Ayrıcalık Sözleşmesi’nin 1’inci maddesi ile ayrıcalık hakkının kapsamı belirlenmiştir. Buna göre, Irak Hükümeti, ülkesinde şirkete “petrol, nafta, doğalgaz, ozokerit (yermumu) maddelerinin ve türevlerinin aranması, çıkarılması, işletilmesi v.b. ticari faaliyetlerde bulunma hakkını” vermiştir.
Görüldüğü üzere, Irak Hükümeti’nin, dolayısı ile Türkiye’nin royalti hakkı sadece petrolle sınırlı olmayıp, sayılan bütün maddelerle ilgilidir. Aynı şekilde Sözleşme’nin 3. maddesine göre royalti sadece Musul Vilayeti’ni değil, tüm Irak topraklarında yukarıda sayılan maddelerin işletilmesi ve ticaretini kapsamaktadır.(10)
İhsan Şerif Kaymaz’a göre ise Irak hükümeti ile Turkish Petroleum Şirketi’nin arasındaki anlaşmanın esasları şu şekildedir: Irak Hükümeti’nin T.P.C.’nin yönetim kurulunda oy hakkı bulunmayacak; yalnızca şirketin üretim alanını ve yönetim bürolarını denetleme yetkisi olacaktı. Bir başka deyişle Irak, şirketin, üretim, işletme ve dış satımla ilgili karar sürecinin dışında bırakılıyordu. Ayrıcalık alanı, Basra Vilâyeti’nin bir bölümüyle transfer edilen topraklar dışındaki Irak arazisinin tamamını kapsıyordu. Bu, Irak’ın toplam yüzölçümünün üçte ikisine denk gelen bir alandı. Ayrıcalığın süresi yetmiş beş yıl olacaktı.
Şirket, 1927 yılı Kasım ayına değin, kendi belirleyeceği, her biri sekiz mil kare alanındaki yirmi dört üretim bölgesinde çalışmalara başlayacak; 1931 yılı Mart ayına dek toplam 36.000 feet, yaklaşık 11.500 metre derinliğinde test sondajı tamamlanacak; izleyen her yıl da 12.000 feet yaklaşık 4.000 metre yeni sondaj yapılacak; bu işlem, petrol alanları işletmeye açılıp, petrolün boru hatlarıyla uygun limanlara ulaştırılmasına dek sürdürülecekti. Test sondajı tamamlandıktan sonra dört yıl içinde yani 1935 yılı sonuna değin petrolü denize ulaştıracak boru hatları yapılacaktı. Şirketin, petrolün çıkarılması, işletilmesi, depolanması ve nakliyesi için getireceği her türlü araç-gereç, gümrük vergi, resim, harçlarından; şirketin üretip satacağı petrol de dış satım vergisinden muaf tutulacaktı. Irak’a üretilen petrol için ton başına dört şilin royalty ödenecek; söz konusu ödeme, boru hattının tamamlanmasından başlayarak yirmi yıl süreyle (yani kabaca 1955 yılı sonuna dek) yapılacaktı. Yirmi yılın sonunda royalty miktarı kazanç-kayıp oranına göre artırılacak ya da azaltılacaktı. Bu süre boyunca, Irak’ın iç gereksinimleri karşılanmadan dışarıya petrol satılmayacak, yetmişbeş yılın sonunda Irak, şirketin, ülkedeki tüm taşınmaz mal varlığının sahibi sayılacaktı.(11)
Görüldüğü gibi Türkiye’nin elde edeceği petrol gelirleri Uluğbay’a göre Irak’ın tümünü kapsamakla birlikte geliri ödenecek ürün sadece petrol ile sınırlı değildir ve royalty birim miktarı, ilk yirmi yıl için sabitlenmiştir. Kaymaz’a göre ise Irak’ın toplam yüzölçümünün üçte ikilik kısmını kapsamaktadır.
Bir diğer önemli konu ise Türkiye’ye ödemelerin ne zaman yapılacağı ile ilgilidir. Ankara Antlaşması’nın 14. Maddesi’nde bu konu her ne kadar antlaşmanın imzalanmasına müteakip şeklinde belirlenmişse de, petrolün transfer edileceği boru hatları henüz tamamlanmadığından bu konu, Irak Hükümeti ile Irak Petrol Şirketi arasında 19 Mayıs 1931 günü yapılan ek sözleşmeyle ele alınmıştır. Buna göre şirket, Irak Hükümeti’ne boru hattının tamamlanmasına kadar her yıl 400 bin sterlin ödemesi yapmayı kabul etmiş ve ödenecek miktarların yarısı ileride ödenecek royaltiden mahsup edilmiştir. Uluğbay’a göre Türkiye ile Irak arasında 11 Ocak 1932 tarihinde imzalanan bir antlaşma çerçevesinde değiştirilen mektup notası, royalty ödemelerini 1931 yılında başlatacak belgeler içeriyor ve bu nedenle Türkiye 1931-1955 yılları döneminde 25 yıl süre ile royalty tahsili elde etmesi gerekiyordur.
Boru hatlarının tamamlanma tarihi Uluğbay’a göre 1934 yılında gerçekleşmiştir ve bu sebepten ötürü 1935 yılında başlanacak ödemeler, Türkiye ile Irak hükümeti arasındaki anlaşma gereğince 1931 yılında başlatılmıştır. Prof. Dr. Nevin Coşar’a göre; Türkiye, 1931 yılından 1951 yılına kadar 1945 yılı hariç ödemeleri tahsil etmiş, 1954 yılında ise 1945 yılında ödenmeyen ücretin yerine Irak hükümetince Türkiye’ye bir ödeme yapılmıştır. Ayrıca 1931’de tahsilatın başlamış olmasına rağmen Irak hükümeti, ödemenin Ankara Antlaşması’nı müteakip 25 yıl süreceğini iddia ettiğinden ödemeleri durdurmuştur.(12) Hikmet Uluğbay, Nevin Coşar’dan farklı olarak royalty(13)ödemelerinin 1935 yılında tamamlanan boru hattından dolayı 1931 değil de 1935 yılında başladığını, ondan öncekilerin T.P Şirketi’nin Irak hükümetine ödediği avans gelirleri olduğunu yazmıştır. Ayrıca Uluğbay hazırladığı ödemeler tablosuna(14) göre, Türkiye’nin 3,5 milyon sterline karşılık gelen bir tahsilat yaptığını; ama 26 milyon sterlin değerinde alacağının da var olduğunu ileri sürmüştür. Dolar olarak düşünüldüğünde bu tutar; 72.8 milyon, günümüz petrol değerleri üzerinden hesaplandığında 755.2 milyon ve 1955 yılı sonrası faiz oranlarını kullanarak hesaplandığında ise 1.644.7 milyon dolar olarak karşımıza çıkıyordur.(15)
Yine Uluğbay’a göre, 1950’li yıllarda Irak’ın ödemeleri yapmamasında Türkiye’deki hükümet değişimleri ve Amerika tarafından yapılan Marshall Planı dahilindeki mali yardımlar da etkili olmuştur.
İlhan Uzgel ve Ömer Kürkçüoğlu ise; Hikmet Uluğbay’ın konuyla ilgili yaptığı araştırmaları en güncel çalışma olarak nitelemiş ve ek saptamalarda bulunmuşlardır. 
1954-1955 döneminde Türkiye Irak’la birlikte Bağdat Paktı’nı kurduğu için ilişkiler iyileşmiş, 1958’e kadar bu fasıl (Türkiye’nin Irak’tan alacakları) bütçeden çıkartılmış, fakat 1959 bütçesine tekrar konulmuştur. 
Çünkü 1958’de bu ülkede General Kasım darbesi yapılmış bulunmaktadır. Yalnız, darbeden sonra, artık bu alacak bütçedeki gelir cetveli içinde değil, ayrı bir bütçe maddesi olarak gösterilmiştir. Bundan amaç, bütçe maddeleri TBMM’de ayrı ayrı tartışıldığından, konunun altını çizmek ve alacağı daha güçlü dile getirmektir.
Bu uygulama da 1980’lere dek devam etmiş; fakat Özal iktidarı sırasında Orta Doğu ülkeleriyle ve özellikle Irak’la ticari ilişkiler geliştirildiği için tahsil edilmeyen; ama Türkiye’nin bu alacağını unutmadığını gösteren söz konusu madde; Hazine, Dışişleri Bakanlığı ve Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın da olumlu görüşleriyle 1986’dan itibaren bütçeden çıkarılmıştır.(16)
Türkiye’nin 5 Haziran 1926 Ankara Antlaşması ile elde ettiği petrol gelirlerinin kendisine tam olarak ödenmediği mevcut belgeler ışığında ortadadır. Hikmet Uluğbay, Nevin Coşar ve konuyla ilgili araştırma yapan birçokları, alacak rakamları konusunda somut verilere ulaşmışlardır. Bahsi geçen miktarlar Türkiye’nin kalkınmasına ve gelişme hızına olumlu etki edecek yönde olmakla, Türk Dışişleri’nin dikkatinden kaçmayacak ‘ulusal çıkar’ nispetindedir.
*Bekir Aydoğan/Ekopolitik Araştırmacısı
Kaynakça:
[1]-Buncombe Andrew, “Saddam: The question that will live on”, The Independent Online December 30, 2006
[2]-Klare T. Michael, “Blood and Oil”, Metropolitan Books, s. 46.
[3]-http://www.opec.org/opec_web/en/data_graphs/330.htm
[4]-Hornbeck Stanley K., “The Struggle for Petroleum”. The Annals of The American Academy of Political and Social Sciences Cilt CXII, Mart 192, s. 164.
[5]-Ayrıntılı bilgi için bkz: Bekir Aydoğan, 20. Yüzyıl Başlarında Petrol ve Ortadoğu
[6]-26 Temmuz 1946 tarihli Başbakanlık Yazı İşleri ve Sicil Müdürlüğünden çıkmış, Türkiye – İngiltere ve Irak Hükümetleri Beyninde Ankara’da 5 Haziran 1926 Tarihinde Münakit Hudut ve Münesabat-ı Haseney-i Hemcivarî Muahedenamesi (Kanun: 911) Konulu Arşiv Belgesi, Dosya No: 402A254, Fon Kodu: 30.10.0.0, Yer No: 226.522..15. numaralı arşiv belgesi, Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Ankara.
[7]-Soysal İsmail, Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları Cilt I, Türk Tarih Kurumu Yayınları, s. 313.
[8]-Tahir Kodal, Musul Sorunu (Türk Basınına Göre, 1923-1926), Ankara, 2002, s. 413.
[9]-Ayrıntılı Bilgi için Bakınız: Global Enerji Dergisi, 20. Sayı, Irak Petrolleri ve Royalti Alacakları
[10]-Uluğbay Hikmet, İmparatorluktan Cumhuriyete Petropolitik, Ayraç Yayınları 2003, s. 517.
[11]-İhsan Şerif Kaymaz, Musul Sorunu, s. 559.
[12]-Ayrıntılı tablo için bakınız: Nevin Coşar, “Musul Petrollerinden Türkiye Bütçesine Gelen Paralar”, Tarih ve Toplum Dergisi, c. VII, No: 38, İstanbul, 1977, s. 14.
[13]- “ Türkiye’ye Irak petrol üretiminden ödenmesi gereken %10’luk hisse”
[14]-Uluğbay, a.g.e
[15]-Ayrıntılı bilgi için bakınız: Uluğbay, a.g.e. , s. 456. ,457.
[16]-Baskın Oran, ed., Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar I.Cilt, İstanbul: İletişim Yayınları, 2006, s. 269. , 270.
***
Aşiret reisi olmaya dahi karakteri yetmeyen Çapulcu Barzani'ye: "STATÜKO ANTE" mutlaka dayatılmalı; İki Yüzlü Kalleş ve Küstah ABD'ye: "Küre, DİYARBAKIR Kaçak Üssü ve İNCİRLİK'e ACİLEN VE DERHAL KAPATMA" Yaptırımı uygulanması Şarttır.
BARZANİ’YE KARŞI ELİMİZDEKİ BÜYÜK KOZ: "STATÜKO ANTE"
AHMET TAKAN
Çapulcu başı Barzani, ateşe odun taşımakta ısrarcı… Küstahça meydan okumaya devam ediyor. 25 Eylül’de Kuzey Irak’ta bağımsızlık konusunda referandum düzenleyeceğini her gün papağan gibi tekrarlıyor. Dış destekçileri hepinizin bildiği gibi. Sırtını sıvazlayıp duruyor!.. İran referanduma şiddetle karşı çıkıyor. Peşmerge paçavrasını Türkiye’de göndere çeken AKP iktidarı sessiz kalarak çapulcu başına ve sözde Kürt devletine desteğini sürdürüyor. Peki, bu duruma karşı, Türkiye çaresiz mi?.. Eli kolu bağlı mı?.. Uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan hakları yok mu?.. Tabii ki var. Hem de kapı gibi!.. Ama bunların gündeme getirilmesi ve harekete geçilmesi için önce millî bir Hükümet gerekli.
Bu kirli oyunun perde arkasını daha da netleştirmek için yıllar öncesine dönelim;
Sene 2002… ABD’nin Bahreyn Manama’da konuşlu 5’inci Deniz Kuvvetleri Filosu’nun Komutanı Koramiral Timoty Keatings, Ürdün Amman’da katıldığı bir resepsiyonda Türk Askeri Ataşesi’ne önemli açıklamalarda bulunur… Koramiral Keatings, "ABD’nin, İngiltere ve Türkiye ile birlikte Irak’ta savaşa girmek istediğini ve Saddam yönetiminin devrilmesi sonrasında Irak’ı üçe bölerek kuzeyde Kürt Devleti orta bölgede Sünni Devleti ve güneyde Şii Devleti kuracaklarını" söyler.
Türk Askeri Ataşesi’nin, "Kuzey Irak’ta 3,5 milyon Türk var, onlar ne olacak?" sorusuna verilen cevap daha da ilginçtir. Keatings, "Kuzey Irak’taki Türkler, kurulacak Kürt Devletinin egemenliği altında yaşarlar, beğenmezlerse Türkiye’ye giderler" der. Bunun üzerine Türk Askeri Ataşesi, şiddetli bir tepki gösterir, "Irak’ın üçe bölünmesi halinde 5 Haziran 1926 Antlaşması’nın geçerliliğini yitireceği ve ‘statüko ante’ye dönülerek Musul ve Kerkük petrol alanları dahil olmak üzere Kuzey Irak bölgesinin Türk toprağı olacağını" ABD’li generalin suratına haykırır. Türk Askeri Ataşesi’nin, "ABD’nin kurmak istediği devlet Kürt Devleti mi yoksa İkinci İsrail Devleti mi" sorusuna karşılık olarak Koramiral Keatings, "yorum yok" demekle yetinir, pabucun pahalı olduğunu görünce hemen oracıktan sıvışır!..
Merak ettiniz değil mi bu Türk Askeri Ataşesi’nin kimliğini?.. YENİÇAĞ okurları çok yakından tanır. Yıllardır Ege’deki adalarımızın Yunanistan tarafından nasıl işgal edildiğini belgeleriyle ortaya çıkaran ve yılmadan mücadelesini sürdüren, Millî Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri emekli Kurmay AlbayÜmit Yalım.
Yıllar önce, bizzat kendisinden dinlediğim bu olayı yazmak için müsaadesini aldığım Ümit Yalım ile, "Barzani’nin karşısında Türkiye çaresiz mi?"yi konuştuk. Yalım, tarihi gelişimi sıraladıktan sonra" Bağımsız Kürt Devleti" ifadesinin tamamen paravan olup Kuzey Irak’ta kurulacak olan İkinci İsrail Devleti‘ni gizlemek için kullanıldığının altını çizdi, "referandumun gerçekleşmesi ve bağımsız devlet kurulmasına karar verilmesi halinde Türkiye ve İran, İkinci İsrail Devleti ile komşu olacak"dedi. AKP iktidarının da Barzani’ye zemin hazırladığını örnekleriyle anlatan Ümit Yalım şunları söyledi:
"Amerika, Irak Savaşı sonrasında Saddam yönetimini devirdikten sonra, Kerkük-Ürdün-Hayfa/İsrail Petrol Boru Hattını açmak istedi. Ancak Ürdün Hükümeti boru hattını açmayı kabul etmedi. Amerika, Ürdün’ün açmadığı petrol boru hattı yerine daha kolay bir yol seçti ve petrolün Türkiye üzerinden Akdeniz’e çıkarılmasını sağladı. Tayyip Erdoğan ve AKP Hükümeti, boru hattını işletmeye açarak Barzani yönetimine hayat öpücüğü verdi ve İsrail’in petrol maliyetlerini düşürdü. Barzani, PKK terör örgütüne silah, mühimmat, yiyecek ve giyecek desteği sağlıyor. Yani Türkiye üzerinden Akdeniz’e çıkarılan petrol, Mehmetçiğe kurşun olarak geri dönüyor."
"Kuzey Irak’ta İkinci İsrail Devletinin kurulması halinde Irak’ın güney bölgesinde bulunan Şiilerin de İran ile birleşmesi kaçınılmaz bir durumdur. Böyle bir birleşme bölgedeki gerilimi iyice artıracaktır" diyen Ümit Yalım, Türkiye’nin haklarını nasıl savunabileceğini tane tane anlattı:
"Türkiye ile Irak arasındaki sınırı belirleyen ve komşuluk ilişkilerini düzenleyen Ankara Antlaşması, 5 Haziran 1926 tarihinde, Türkiye, Irak ve İngiltere arasında imzalanmıştır. Antlaşmanın1’inci maddesi ile Türk-Irak hududu, Milletler Cemiyeti’nin 29 Ekim 1924 tarihinde kararlaştırıldığı şekilde (Brüksel Sınır Çizgisi) kesinleşmiştir. Kuzey Irak’ta bağımsız bir devlet kurulması halinde1926 Ankara Antlaşması ile Milletler Cemiyeti’nin 29 Ekim 1924 tarihli kararı ortadan kalkmış olacaktır. Böyle bir durumda ‘statüko ante’ye dönülerek Musul ve Kerkük petrol alanları dahil olmak üzere Kuzey Irak bölgesi yeniden Türk toprağı olacaktır.
Türkiye ne yapmalı?
Türkiye, 1926 Ankara Antlaşması’nın tarafları olan İngiltere ve Irak nezdinde diplomatik girişimlerde bulunmalı, tarafları referandumun neden olacağı vahim sonuçlar konusunda uyarmalı ve referandumun yapılmasına kesinlikle engel olmalıdır.
Türkiye, İngiltere ve Irak’ın yeterli tepki vermemesi halinde 29 Mart 1946 Türkiye-Irak Dostluk ve iyi Komşuluk Antlaşması’nın 11’inci maddesinden kaynaklanan hakkını kullanarak uygun tedbirlerle referanduma engel olmalıdır. Anılan madde Türkiye’ye, Irak’ın ülke bütünlüğüne yönelik hareketlere karşı engel olma yetkisi vermektedir.
Kuzey Irak-Ceyhan boru hattı derhal kapatılmalı; Barzani’nin Türkiye’de bulunan paravan şirketlerine el konulmalıdır.
1926 Ankara Antlaşması’nın taraflarına, ABD ve Birleşmiş Milletler’e, Kuzey Irak’ta referandum yapılması halinde Türkiye’nin "statüko ante"den kaynaklanan hakkını kullanacağı diplomatik nota ile duyurulmalıdır." 
Lozan’ı beğenmeyenler!.. Her şey ortada… Haydi bakalım görelim sizi!..

12 Ağustos 2017 Cumartesi

YASLI ADA, "Arttık yassı değil" derler!.. (Hürriyet Gazetesi: 12 Ağustos 2017-Cumartesi, GÜLDEN AYDIN)

Artık yassı değil “derler!..” 
 
GÜLDEN AYDIN,  12 Ağustos 2017 - Son Güncelleme : 12 Ağustos 2017
Hürriyet, 2015 Mayıs’ından bu yana şantiyeye dönen Yassıada’ya çıktı. Adnan Menderes ve arkadaşlarının yargılanıp idama mahkûm edildiği 1’inci derece doğal, tarihi ve arkeolojik sit alanı olan adada, devam eden “müze ve dört yıldızlı otel” yapı, topografyayı tamamen değiştirmiş durumda.
Kınalıada Platformu Kurucusu ve Sözcüsü Nurhan Çetinkaya ile birlikte bindiğimiz motor, Yassıada’ya yaklaştıkça kuvvetli akıntının etkisiyle güçlükle ilerliyor. Adanın silueti belirginleştikçe grilik de artıyor. Tıraşlanarak düzleştirilen tepesini saran binalarla birlikte vinçler de yükseliyor. İnşaatın temel atma töreninde dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Türkiye’nin Camp David’i olacak. Arabuluculuk görüşmelerinin yapıldığı barış adasını, müze ve kongre merkezine dönüştüreceğiz. Yeşil alan bugünkünden fazla olacak” dediği Yassıada’da toprağı görmek neredeyse imkânsız. Kıyısı ve kayalıklarıyla birlikte 18 hektarlık ada, yapılaşmanın yoğunluğu nedeniyle olduğundan çok daha küçük görünüyor.
‘GİRİŞ YASAK, TERK EDİN’
Adanın yanaşmaya uygun tek noktası, geniş bir kavis oluşturacak şekilde dolguyla genişletilmiş. Henüz yapımına başlanmayan iskelenin yerine geçici bir yanaşma yeri yapılmış. Yük gemileri hafriyat ve inşaat malzemeleri taşıyan kamyonları getirip götürüyor. Hollanda plakalı bir araç tozu dumana katarak inşatların arkasında kayboluyor. İki güvenlik görevlisinin yardımıyla Yassıada’ya nihayet ayak basıyorum.
Üst taraflarda hummalı bir çalışma devam ediyor. İki deniz feneri ile caminin minaresi de neredeyse bitmek üzere. Menderes’in yargılandığı spor salonu, subay yatakhanesi olduğunu tahmin ettiğimiz bina ve 19. yüzyılda İngiliz elçi Sir Henry Bulwer’in yaptırdığı şatoya dokunulmadığını görüyorum. Adanın üst kısmında neler olup bittiğini, Bizans eserlerinin son halini göremiyorum çünkü telsizden sertçe uyarılan güvenlik görevlisi, “Adaya dışarıdan giriş yasak. Hemen terk etmeniz gerekiyor” diyor.
GEÇEN YIL BİTMESİ PLANLANIYORDU
Kültür ve Turizm Bakanlığı ile imzaladığı anlaşmayla TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği), adadaki tesisleri 30 yıl işlettikten sonra bakanlığa devredecek. İskelenin yanı başındaki “Kültür ve Turizm Bakanlığı Yassıada Kültürel ve Turizm Amaçlı Yatırım ve Hizmetleri İşi İnşaat İşleri” yazılı tabelada inşaatın bitiş tarihi, “10.09.2016” yazıyor. Müteahhit firma MESA ve TOBB bünyesindeki mal sahibi GTİ, bitiş tarihiyle ilgili bir açıklama yapmaktan kaçınıyor. Ancak alınan bilgiye göre “Önümüzdeki aylarda tamamlanması planlanıyor.”
BÖYLE OLACAK!.. 
Yassıada’da inşaat için yok edilen makiler yerine ağaçlar dikilip çimlendirilecek. 19’uncu yüzyıldan kalma şato, Adnan Menderes’in yargılandığı spor salonu ve askeri tesislerin bir bölümü de makette muhafaza edilmiş olarak görünüyor.

27 Temmuz 2017 Perşembe

Başta "Demokrat Parti" dava, manâ ve misyonuna asi olan cahillerden başlamak üzere: "nisyan (unutmak, akıl tutulmasına maruz kalmak) ile malûldür Hafıza-i beşer"

DEMOKRAT PARTİ CUMHURİYET HALK PARTİSİ (CHP) İLE AYNI KÖKTEN GELMEZ…
Hasan Emre OKTAY 
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ‘Adalet Yürüyüşü’ adını verdiği Ankara-İstanbul arası bir propaganda yürüyüşü yaptı. Karavanlar, ambulanslar, doktorlar eşliğinde yapılan bu yürüyüş doğrusu benim hiç ilgimi çekmedi. Hatta bu yürüyüşü çok yersiz buldum, kınadım. Öyle ya FETO olayı gibi cumhuriyet tarihimizin en kritik milli mücadelemizi yapmışız, silahsız insanlarımız tanklara, darbeci askerlerin tüfeklerine, ağır silahlarına göğüslerini siper etmiş ve darbeyi canları pahasına önlemişler, 250 şehit ve 2150 gazi vermişiz. Devletimizi ordu, yargı, üniversite, siyaset her yönden bir virüs gibi saran CIA destekli FETO Terör Örgütü ile amansız bir mücadeleye başlamışız ve pek tabi olarak OHAL ilan edilmiş, gözaltılar, yargılamalar yaşanırken, adalet adı verilen bu yürüyüş kime hizmet etmiştir? Dedim ya bu yürüyüşü çok yersiz buldum ve hiç ilgimi çekmedi. Ancak yürüyenler arasında bugünkü DP Genel Başkanını görünce doğrusu üzüldüm. Demokrasi ile yönetilen bir ülkedeyiz, muhalefet genel başkanları izin almak suretiyle istedikleri propaganda yürüyüşlerini yapabilirler. Zaten bu yürüyüş de ülkemizdeki demokratik yönetimin belgelerinden biri olmuştur. Çok şükür bir provokasyon olmadan, kazasız belasız yürüyüş tamamlandı.

Yukarıdaki girişten anlaşılacağı üzere, makalemizin ana teması DP ve CHP ilişkileridir. Bu gün 27 Mayıs ve Yassıada’nın acısını tam anlamıyla çekmemiş ama Demokrat Partiliyim diyen bazı kişilerin DP ile CHP’nin aynı kökten geldiklerini ve temelde aynı felsefeye sahip olduklarını iddia ettiklerini hayret ile görüyorum. Atatürk dönemi ve tek parti döneminde, DP’yi kuracak siyasetcilerin CHP içinde görev yaptıkları doğrudur, zira o dönemde başka parti yoktur. Bu bağlamda şunu da kesinlikle ifade etmeliyiz ki, DP’nin kurucuları olan Celal Bayar’ın, Adnan Menderes’in, Refik Koraltan’ın ve Fuat Köprülü’nün siyasal görüşleri ve felsefelerinin CHP ile en ufak bir benzerliği yoktur. Nitekim 7 Ocak 1946 tarihinde DP adında, CHP’den başka bir parti bu yüzden kurulmuştur. Ne demek istediğimi daha iyi ifade edebilmek için izninizle Atatürk döneminden itibaren kısaca, siyasal yaşamımızdaki olayları hatırlayalım ve bu günkü siyasal eğilimlerin geçmişteki orijinlerini görelim.    

TERAKKİPERVER CUMHURİYET FIRKASI

TBMM’de görev yapmakta olan, milli mücadele kahramanlarımızdan Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Cafer Tayyar, Hüseyin Rauf Orbay ve 28 arkadaşı 1924 yılında ‘Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’ adını verdikleri bir parti kurdular. Bu partinin o zamanki adıyla nizamnamesinin 6. Maddesi şöyle idi.

Madde 6: Fırka, efkâr ve itikadı diniyeye hürmetkârdır.”  

Halk Partisi bu maddeye şiddetle tepki gösterdi. Bu madde laiklik prensibine uymaz, dendi. Halk Partisine göre, bu madde ile doğrudan doğruya irticaya taviz veriliyordu. Kısa bir süre sonra yeni partinin nizamnamesinin 40.
Maddesi de eleştiri oklarından nasibini aldı.

Madde 40: Serapa muhtacı imar olan bir memlekette yalnız kendi servet ve sermayesiyle yaşamak fikrinin doğru olmadığına kaniiz. Bunun için yabancı sermayeye muhtacız. Temini asayişle, teessüsü süku ve istikrar ile harici sermayelere gösterilecek hüsnü kabul ile, herkes telkini itimat ederek, bu sayede harap memleketimizi sert adımlarla inkişaf ettireceğiz.”

Halk Partisine göre, 6. Madde irticayı davet ediyor, 40. Madde de memleketi yabancılara satıyordu. Halk Partisi yeni partinin isminden de rahatsız oldu ve Kütahya milletvekili Recep Peker’in önerisiyle isimlerinin başına cumhuriyet kelimesini getirdiler.

Bazı anlatımların aksine Atatürk yeni partinin kuruluşundan büyük memnuniyet duymuştur. Bir muhalefet partisinin olması ve eleştiri çığırının açılması zaten Atatürk’ün çok arzuladığı bir uygulama idi. Ama CHP safındaki özellikle İsmet Paşa, Recep Peker yeni partiden dolayı adeta isyan halinde idiler. Nitekim kısa bir süre sonra İsmet Paşa başbakanlıktan istifa eder ve Ali Fethi Okyar yeni başbakan olur. Yeni parti, bir taraftan CHP tarafından sürekli ağır bir şekilde tenkit edilirken, diğer taraftan Atatürk tarafından desteklenmektedir. Atatürk kendisini ziyaret eden yeni parti mensuplarından Dr. Adnan Adıvar ve Ali Fuat Cebesoy’a şu sözleri sarf eder,

“Türkiye’mizde partiler ve parlamento hayatının başlamasından memnuniyet duyuyorum. Birbirlerini kontrol edecek fırkaların mevcudiyetini hâkimiyeti milliye ve bilhassa cumhuriyeti idareye malik bir memleket için tabii görmekteyim. Cumhuriyet Halk Fırkası ile manevi rabıtamı muhafaza etmekle beraber, bir Reisicumhur olarak muhafaza etmeyi esas kabul ediyorum.”    

Bu arada Meclis’te bütçe müzakerelerinde CHP’ye akıl dolu tenkitlerde bulunan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası mensuplarından Ardahan mebusu Halit Paşanın, etrafı Afyon mebusu Ali Çetinkaya, Kozan mebusu Ali Saip, Cebelibereket mebusu Avni, Gaziantep mebusu Ali Kılıç, Elaziz mebusu Hüseyin, Rize mebusu Hüseyin ve Rize mebusu Rauf tarafından çevrilir ve çıkan kavgada Halit Paşa öldürülür. Fakat olay sıradan bir adliye olayı kabul edilir ve ört bas edilir.

13 Şubat 1925 tarihinde Doğuda Şeyh Sait isyanı çıkar. 2 Mart’ta toplanan CHP grubu, Fethi Okyar hükümetinin isyanla ilgili aldığı tedbirlerin yetersiz olduğunu, sadece doğuda değil bütün yurtta tedbir alınması gerektiğini, isyanın Terakkiperver Cumhuriyet fırkasının ‘efkâr ve dini itikatlara hürmetkârız’ cümlesinin tahriki üzerine başladığını ve bundan dolayı da yeni partinin derhal kapatılması gerektiğini, ileri sürerler. Fethi Okyar yaptığı cevabi konuşmasında, ‘olaylar nerede çıkmışsa orada önlem almak gerektiğini vurgular ve ekler,

“Bende Müslümanım ve dinime hürmetkârım. Hanginiz efkâr ve itikadatı diniyeye hürmetkâr değilsiniz. Doğudaki isyanın hakiki mesulü Recep Peker’dir. Dâhiliye Vekâletinde bulunduğu devre içindeki idaresizliği dolayısıyla memlekette bir Kürdistan meselesi çıkarmıştır. Recep Peker şarkta (doğuda) takip ettiği siyaset dolayısıyla burada yaşayan insanları isyan edecek hale getirmiştir. Şimdi kalkmış burada beni tenkit ediyor. Erkânı Harbiye Umumi Reisi (Genel Kurmay Başkanı) ile görüştüm. Aldığımız tedbirler kâfidir. Fazlasına lüzum yoktur. Lüzumsuz şiddet hareketleriyle ben ellerimi kana boyayamam…”

Bu konuşmadan sonra Fethi Okyar 60 oy’a karşılık 92 oy’la başbakanlığı İsmet Paşaya devreder ve Recep Peker de Milli Müdafaa Vekili olur. İsmet Paşa ve Recep Peker önderliğindeki CHP’nin ilk işi ünlü ‘Takriri Sükûn Kanunu’nu Meclis’e getirmek olur. Takriri Sükûn kanununun metni şudur,

“Madde 1: İrtica ve isyana ve memleketin içtimai nizamıyla huzur ve sükûneti ve emniyet ve asayişini ihlale bahis bilumum teşkilat ve tahrikât ile teşebbüsat ve neşriyatı hükümet resen ve idareten men’e mezundur. İş bu ef’al erbabını hükümet, İstiklal Mahkemelerine sevk edebilir.
 Madde 2: İşbu kanun neşri tarihinden itibaren iki sene müddetle mer’idir.”

Kanun Meclis’te tartışılır. Kanunun dönemin Anayasası Teşkilatı Esasiye Kanununa aykırı olduğu izah edilmeye çalışılır. Rauf Bey (Rauf Orbay), ‘doğuda küçük bir kasaba şeyhi tarafından çıkarılan bir isyan var, ama siz cumhuriyetin tehlikede olduğunu ileri sürerek ülke çapında, temyizi dahi olmayan, kararları üç kişinin iki dudağı arasında olan divanı harpler kurup tüm ülke çapında baskı rejimine gidiyorsunuz’ der. İstiklal Mahkemeleri, İstiklal Harbinde kurulmuş, çalışmış divanı harplerdir. Rauf Orbay,

“Biz Şeyh Sait’e karşı İstiklal Harbi mi yapıyoruz? İsmet Paşa İstiklal Mahkemelerini istediklerini yapmak için bir alet olarak kullanmak istiyorsa pek ziyade yanılıyorlar.”  

Der. Söz alan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası mebuslarından Halis Turgut Bey,

“Bu isyanın 2 ay bile devam etmesi mümkün değildir. Bu derece ağır bir kanunun 2 sene devam ettirilmesi başka gayeler taşımaktadır. Bu gibi yanlış hareketler cumhuriyet tarihimizin geleneklerinde kötü izler bırakacaktır.”

Söz alan Recep Peker matbuata (basın) ağır hakaretlerde bulunur,

“Bu matbuat, o hale gelmiştir ki, her sabah sütunlarında milletin yüzüne fışkıran saralı ifrazat, masum halka mütemadiyen devlet kuvvetinin itibara layık olmadığı fikrini aşılamıştır.

Meclis kayıtlarında bulunan bu cümleler Halk Partililer tarafından alkışlarla karşılanır. En son İnönü kürsüye gelir ve tartışmalara noktayı koyar,

“Emniyet ve asayişi temelinden muhafaza etmek, kuvvetlendirmek için bütün kanunlar gibi İstiklal Mahkemeleri de bir vasıtadır. Vaziyetin icaplarına göre daima tedbir alınacaktır.”

(27 Mayıs 1960 darbesinden sonra, İstiklal Mahkemeleri uygulaması yumuşatılarak, bir varyasyon olarak Yassıada’da tekrar sahnelenecektir.)
Meclisteki tartışmalar devam ederken Kazım Karabekir Paşa bir konuşma yapar ve sözlerini şu cümleler ile bitirir,

“Yirminci asırda zan ve vehimle millet idare edilemez.”

Bu tartışmalar cereyan ederken Meclis’e, CHP tarafından bir kanun taslağı daha verilir. Bu kanun taslağına göre, İstiklal Mahkemelerinin vereceği idam kararları TBMM tasdikinden geçirilmeyecek, sadece hükümetin tasdiki ile infazlar yapılacaktır. Tüm bu teklifler Meclis’te tek parti hâkimiyetine sahip olan CHP oyları ile alkışlar arasında kabul edilir. İlginçtir isyan o günkü tabiri ile şarkta ama bu kanun teklifi ve kabulünün ertesi günü İstanbul’da Tevhidiefkar, Son Telgraf, İstiklal, Sebilürreşat ve Aydınlık Gazeteleri süresiz olarak kapatılırlar. Basın tarihine meraklı olanlar bu olayı ayrıntılı inceleyebilirler. Bu olayın ardından da anında kurulan İstiklal Mahkemeleri bir beyanname yayımlar,

“Cumhuriyet halkı, takriri sükûn arzusu taşımaktadır. Fevkalade emirlere riayet etmeyenler, cumhuriyet halkının takriri sükûn arzusunu temsil eden mahkemelerimizi derhal karşılarında bulacaklardır.”

Matbuat susturulmuş ve ülkede bir korku havası yaratılmış ve sıra esas işe gelmiştir. Henüz üç aylık bulunan ve daha memleketin 3-4 vilayetinde şubesi bulunan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına ani bir gece baskını yapılır. Ne kadar evrak varsa çuvallara doldurulup emniyet merkezlerine getirilir. Diyeceksiniz ki, doğuda isyan var, ama hala yeni kurulmuş, örgütlenmesini bile tamamlamamış bir parti ile CHP niye bu kadar uğraşıyor? Bunun sebebi açıktır, Atatürk partiler üstü kalacağını muhtelif konuşmalarında ifade etmiştir. Ancak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının ağır toplarından Kazım Karabekir, Hüseyin Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Atatürk’ün İsmet Paşadan daha yakın arkadaşlarıdırlar ve tıpkı Celal Bayar gibi bir şekilde kendisinin yerine başbakan olabilirler. Ayrıca yeni parti dikkati çekecek şekilde halktan ilgi görmektedir. Dolayısıyla bu isimlerin bertaraf edilmesi şarttır. Nitekim Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının genel merkezine yapılan baskında, suç teşkil edecek hiçbir evrak bulunamamasına rağmen İcra Vekilleri Heyeti (Bakanlar Kurulu) 3 Haziran 1925 tarihli toplantısında şu kararı alır.

“Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının programında mevcut ‘efkar ve itikadatı diniyeye hürmetkar olmak’ esasını irticakarhane tahrikata vesile ittihaz eden bazı eşhasın tahrikat yaptıkları sabit olmuş ve fıkranın kanuni vaziyeti hakkında hükümetin dikkatinin çekilmesine müttefikan karar verildiğine dair mahkeme kararı müddeiumumilikten hükümete tebliğ olunmuştur. Vatandaşın aldatılmaktan ve tahrikten korunması için Terakkiperver fırkanın faaliyetten men’i
Hükümetin artık müsamaha edemeyeceği vazifeler arasına girmiştir. Binaenaleyh bu kararnamenin tebliği tarihinden itibaren Takriri Sükûn Kanunu ahkâmına tevfikan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının bilcümle merkez ve şubeleri, alakalı hükümet memurları tarafından kapatılacaktır.”

Böylece yakın gelecekte DP olarak temayüz edecek olan anlayışı, zihniyeti içeren cumhuriyetimizin ilk muhalefet partisi tarihe karışmış oluyordu. Suçu dini inançlara saygılı olması ve yabancı sermayeye açık olmasıdır.

Takriri Sükûn Kanunu 2 yıl süre ile çıkmasına rağmen, 13 Şubat 1925’de başlayan Şeyh Sait isyanı, 2 ayda 15 Nisan 1925’de tamamen bastırılır. Diyarbakır İstiklal Mahkemesinde 389 kişi mahkeme edilmiş, bunlardan 49’u idama mahkûm olmuştur. İsyanla hiç ilgisi olmayan Ankara İstiklal Mahkemesi gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın’ı müebbet sürgün cezasına çarptırmıştır. Suçu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası genel merkezinde yapılan ani aramaları, gazetesi Tanin’de baskın diye yazmasıdır. Ayrıca İstanbul’da bulunan 14 gazeteden 8’i de kapatılır. Açık kalan 6 gazete de varlıklarını Başbakan İnönü ve hükümete sürekli dalkavukluk yaparak sürdürürler. Örneğin 18 Temmuz 1925 günü çıkan Hür Fikir gazetesinin yazı işleri müdürü Kılıçzade Hakkı Beyin yazısı,

“İsmet Paşa Hazretleri bana seyahatim hakkındaki intibalarımı sordular. Kendisine dedim ki, ‘Eseriniz olan Takriri Sükûn Kanunu bir mucizedir ki, Mesih İbni Meryem’in maruf ekmek ve balıklarından ziyade halkı doyurmuştur. Bu mucizevi kanunun sayesindedir ki, Türk Vatanı bu güne kadar görmediği asayişe nail olmuştur. Dört sene daha uzatılmasını rica edeceğim.”

Hâlbuki Takriri Sükûn Kanunu da, İstiklal Mahkemeleri de 2 ay içerisinde tamamen bastırılan yöresel Şeyh Sait isyanı için çıkarılmıştır. İsyan bastırılmış ama kanun hala yürürlüktedir, mahkemeler de işlemektedir. Başbakan İsmet İnönü 9 Kasım 1925 günü TBMM’de yaptığı konuşmada şu sözleri sarf eder,

“İstiklal Mahkemelerinin faaliyetleri bilhassa hayırlı ve feyizli olmuştur.”

Tek muhalefet Partisinin kapatılmasını da hayırlı telakki eden İsmet Paşa, gelişmelerden çok memnun görünmektedir. İstiklal Savaşımızın liderlerinden Ali Fuat Cebesoy anılarında şunları yazmıştır,

“Birinci Büyük Millet Meclisinde ne kadar tanınmış muhalif varsa hepsi birer bahane bulunarak İstiklal Mahkemelerine getirilmiş ve bunların ekserisi birer surette cezalandırılmışlardı. İstiklal Mahkemelerinin en mühim icraatı muhalefeti ve basını susturmak ve ortadan kaldırmak olmuştur.”

İşte bütün bu işleri yapanlar, 2017 yılında devleti ele geçirmesine ramak kalan FETO işgal hareketini canları pahasına bastıranları ve müsebbiplerini tespit etmek ve yakalamak için çıkarılan OHAL kanununu sürekli eleştiren Cumhuriyet Halk Partililerdir. Bazı kişiler 250 şehidimizi görmeden, uydurma bir havadis olan kesik başın esrarı ile uğraşmaktadırlar. Vatan uğruna ölen bu insanlarımıza şehit bile diyemeyen ama darbeye danışıklı dövüş muamelesi yapan, vatan sevgisinden nasibini almamış bu kişiler birer utanç abidesidirler.

7 Mayıs 1926’da Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal’e karşı düzenlenmiş bir suikast girişimi ortaya çıkarılır. Bir ihbar üzerine, suikastçılar Ziya Hurşit, Çopur Hilmi, Laz İsmail, Gürcü Yusuf derhal yakalanırlar, İstiklal Mahkemelerinde yargılanırlar ve 15 kişi ile birlikte asılırlar. Mustafa Kemal Atatürk ünlü sözlerinden birini İzmir suikastı olayından sonra sarf etmiştir,

“Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.”

Ancak menfur suikast olayı ile başlayan yargılamalar, infazlar kolay kolay durmaz. Daha 1919 da elinde, Mustafa Kemal’in askerlikten çıkartılması ve tutuklanması ile ilgili padişah fetvası ve koskoca bir kolordusu bulunduğu halde, Mustafa Kemal’i tutuklamayan, Erzurum Kongresinde de emrinde çalışacağını ifade eden, İstiklal Mücadelemizin kilit liderlerinden Kazım Karabekir Paşa, Mustafa Kemal’in Harbiye’den arkadaşı ve çok defa mektep tatillerini birlikte geçirdikleri Ali Fuat Cebesoy, İstanbul’a ilk giren kumandan Refet Bele, Cafer Tayyar Paşa, Rüştü Paşa, Garp cephesi kumandanı Ali Fuat Paşa, İsmail Canbulat, Sabit, Necati, Halis Turgut, Hilmi Bey, yine Mustafa Kemal’in arkadaşı Türkiye’nin ilk başvekili Rauf Orbay dâhil birçok Türkiye’nin medarı iftihar şahsiyeti, sanki suikast ile ilgileri varmış gibi İstiklal Mahkemelerinde yargılanırlar. Tüm bu şahsiyetler Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası mensubudur ve bu yargılamalarla itibarları yerle bir edilmeye çalışılmıştır. Ayrıca İttihat ve Terakkicilerden Maliyeci Cavit Bey, Dr. Nazım gibi şahsiyetlerde yargılanıp idam edilirler. Karabekir Paşa beraat ederken, Rauf Orbay gıyabında 10 yıl kürek cezasına mahkûm edilmiştir. Dr. Rıza Nur, Rauf Orbay gibi birçok İstiklal Savaşımızın önemli şahsiyeti yurt dışına kaçmak zorunda kalmışlardır.  

İstiklal Mahkemelerinin kararları ünlü 3 Alinin, Kel Ali (Ali Çetinkaya), Kılıç Ali ve Ali Saip Ursavaş’ın iki dudağı arasındadır. Bazen tipini beğenip, genç, yakışıklı deyip idamından vazgeçtikleri, bazen de görür görmez suçlu olduklarına kani olup idam hükmü verdikleri birçok insan olduğunu, tarih kitaplarından öğreniyoruz. Bu mahkemelerin temyizi de yoktur. Zaten bunlar mahkeme değil bir çeşit divanı harptir. 

SERBEST CUMHURİYET FIRKASI

İsyan, suikast derken, tüm muhalefet ekarte edilmek suretiyle 1930 yılına gelinmiştir. Ancak Gazi Mustafa Kemal muhalefetsiz bir tek parti hükümetinden rahatsızdır, nitekim 1930 yılında yeni bir, muhalefet partisi denemesini organize eder. Paris Büyükelçisi eski başvekillerden Ali Fethi Okyar’ı parti kurmakla görevlendirir ve böylece Serbest Fırka kurulur. Fethi bey Atatürk ile uzun uzun konuştuktan sonra 8 Ağustos 1930 günü gazetecilere şu beyanatı verir. Beyanatın özünden Gazi Hazretlerinin İsmet Paşadan hayli şikâyetçi olduğu anlaşılıyor. Zira böyle olmasa Fethi Bey asla böyle bir beyanat veremezdi,

Anlaşılıyor ki, Gazi Paşa Hazretleri, İsmet Paşa Hükümetindeki murakabesizlikten ve idaresizlikten bıkmıştır. Benden yeni bir fırkanın (parti) kurulmasını istiyor. Bana yapılan bu teklifi bende kabul ettim. Kuracağım fırkanın yüksek nezareti ve idaresi yine Gazi Paşanın elinde olacaktır. Gazi, Halk Partisinden ayrılmamakla beraber benim fırkamın da mürevvici olacak ve adayların tasvibi de onun yüksek tasdikinden geçecektir. Ayrıca fırka için lüzumlu parayı da vermekte ve Meclis’ten 70-80 mebusun da bizim fırkamıza geçmesine müsaade etmektedir.”      

CHP cephesinde büyük bir telaş başlar. Yalova’ya İsmet Paşa dâhil birçok bakan gider ve Gazi Hazretlerini bu işten vazgeçirmek isterler ama nafile, Gazi Paşa kararlıdır. Hatta Gazi Paşa yeni partiyi güçlendirmek için kardeşi Makbule Atadan’ı ve en yakınlarından Kütahya mebusu Nuri Conker’i de yeni partiye sokar. Parti ilk şubelerini İstanbul, İzmir ve Aydın’da açar. AYDIN ŞUBESİ İL BAŞKANI 30 YAŞINDAKİ ADNAN MENDERES’DİR. İşte Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile vücut bulan ve Serbest Fırka ile devam eden DP çizgisi budur, bu çizginin CHP ile uzak yakın bir ilgisi yoktur. Hatta bu hareket, CHP’ye karşı liberal, demokrat, halkçı, laik siyasetçiler tarafından oluşturulmuştur. Serbest fırkanın esas adı Serbest Laik Cumhuriyet Fırkasıdır.

4 Eylül 1930 günü Fethi Bey ilk mitingini yapmak üzere vapurla İzmir’e gider. Fethi bey İzmir’de gördüğü muazzam ilgiye kendisi bile inanamaz. İzmir valisi Kazım Dirik, Fethi beyi konuşturmamak ister. Emir Ankara CHP Genel Merkezinden gelmiştir. Ayrıca 200 kişiden müteşekkil, Fethi Bey aleyhine tezahürat yapacak bir grup oluşturulmuştur. Kürsüye Fethi beyin yerine Adliye Vekili Mahmut Esat Bey çıkartılır. Halk bu provokatif oyunlar üzerine galayane gelir, Halk Partisi binası önünde toplanırlar. Çıkan olaylarda çocuk yaşlarda bir genç ölür. Ölen genci kucağına alan babası Fethi beyin önüne gelir ve şu sözleri sarf eder,

“İşte sana bir kurban! En aziz varlığımı cansız olarak önünüze seriyorum. İcabında kendi canımı da vermeye hazırım! Başka kurbanlar da vermeye hazırız! Yalnız sen bu memleketi kurtar! Zalimlerden bizi koru.”

Babanın sözleri çok acıdır. Serbest Cumhuriyet Fırkası İzmir mitingi olayları hakkında çok yazılıp çizilmiştir.  Köylünün yanına sadece askere almak veya vergi toplamak için gönderilen jandarma, karasaban ve kağnılarla yapılan tarım, ülkede şeker ihtiyacının bile karşılanmadığı yokluklar, trahom, tifüs, verem gibi salgın hastalıklar ve sağlık hizmetlerinin yetersizliği bu sahneleri doğurmuştur. Fethi bey İzmir’den sonra Aydın, Manisa ve Balıkesir’ de gider. Her gittiği yerde bir kurtarıcı gibi karşılanır. Tıpkı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası girişiminde olduğu gibi, Serbest Cumhuriyet Fırkası girişimine de halk dört elle sarılmak istemektedir. Ama heyhat, Halk Partililer Serbest Cumhuriyet Fırkasının gördüğü büyük ilgiden son derece rahatsız olurlar ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına karşı kullandıkları aynı taktiklere başvururlar. Fırka gericidir ve bu fırka varlığı ile irtica tehlikesini hortlatmaktadır.

15 Kasım 1930 günü yeni belediye seçimleri Meclis’te görüşülürken Fethi Bey kürsüden şu sözleri sarf etmek ihtiyacını duymuştur,

“Arkadaşlar! Ahalinin reyini Serbest Cumhuriyet Fırkasına vermesini irtica diye tefsir edenler, halkın en tabii hakkı bulunan reylerini inhisar altına almak isteyenlerdir. Unutmayınız ki, Serbest Cumhuriyet Fırkası Gazi Hazretlerinin tasvip ve teşvikiyle meydana çıkmıştır.”   

Ne kadar ilginç değil mi, günümüzde de aynı zihniyet hala irtica tehlikesini işlemekte ve rakiplerini mürtecilikle suçlamaktadır. Bitmek tükenmek bilmeyen bir irtica kuruntusu ve bir türlü gelmeyen şeriat yönetimi… Hiç düşünmezler bu devirde kim Diyanet İşleri Başkanlığını kapatıp Şeyhülislam’ı getirecek veya hâkimleri kaldırıp kadılara görev verecek?

Meclis’te Fethi beye karşı saldırılar dozunu gitgide artırırken, Fethi beyin ve partisinin gördüğü ilgi tedirginlik yaratır. Konuyu Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’e nasıl naklettilerse, Cumhurbaşkanının da olaylardan rahatsız olduğu haberi Fethi beye ulaşınca, Fethi bey Dâhiliye Vekâletine bir mektup yazarak partisini kapatmak zorunda kalır,

“Büyük Gazimiz Mustafa Kemal Hazretlerinin teşvik ve tasvibi ile Serbest Cumhuriyet Fırkasını teşkil etmiştim. Şimdi Serbest Cumhuriyet Fırkasının feshine karar verdim. Bu karar fırka teşkilatına tebliğ edilmiştir. Keyfiyeti arz ederim efendim.”    

Tarihi ve Kadim “DEMOKRAT PARTi”nin 
Ayak Sesleri

Böylece ilerde Demokrat Parti olarak belirecek liberal, halkçı, demokrat, laik zihniyet; İtalya’daki Mussolini, Almanya’daki Hitler anlayışını esas almış görünen tek parti, Milli şef devletçi zihniyeti tarafından bir kere daha durdurulmuştur. İlerde DP ve CHP olarak amansız bir mücadeleye girecek bu iki zihniyet birbirine asla karıştırılmamalıdır. Zira Atatürkçü olan DP’dir, Atatürk’ü unutturmaya çalışan da CHP’dir. Eğer CHP, söz ettiğimiz bu iki fırka girişimini önlememiş olsaydı, daha o tarihlerde mutlaka seçimleri kaybedip iktidarı teslim edecekti. Türk demokrasisi de 25 yıl önceden çok partili sistemle tanışacak ve olgunlaşma sürecine daha erken girecekti.

10 Kasım 1938’de Atatürk’ü kaybettik.
11 Kasım 1938’de İsmet İnönü Cumhurbaşkanı oldu.



Akabinde Halk Partililer tarafından, CHP’nin değişmez genel başkanı ve Ebedi Şef Atatürk’e nazire gibi Milli Şef yapıldı. Rahmetli Atilla İlhan Atatürk’ün ölümünden bir gün sonra İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesini mantıken bir türlü benimseyememiş ki, şu cümleleri sarf etmiştir (Hikmet Özdemir, Devlet Krizi TC Cumhurbaşkanlığı Seçimleri),

“Babıali Baskını neyse İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesi de odur. Ordu ağırlığını koymuş ve tamamiyle iktidardan tasfiye edilmiş olan İnönü cumhurbaşkanı seçilmiştir.”

1939 da başlayan 2. Dünya Harbi’nin de etkisiyle Türkiye’de tam bir sefalet dönemi yaşanır. Orta Anadolu’da açlık vardır. Ekmek, hatta kefen bezi bile karneye başlanmıştır. Türkiye harbe girmemiş ama harbe giren ülkelerden daha fazla sıkıntıya düşmüştür. Tek Parti Milli Şef CHP yönetimi devam etmektedir. Bu yönetimin kararları, uygulamaları akıl alacak gibi değildir. Örneğin ülkede şeker ihtiyacı karşılanmıyor ve şeker 26 kuruş, çare olarak 15 Kasım 1942’de çıkartılan kararname ile şekerin fiyatı 500 kuruşa çıkarılıyor. Bu tuhaf karardan 1 ay sonra Varlık Vergisi uygulamasına geçiliyor. Ardından gayrimüslimlere zorunlu ve süresi belli olmayan askerlik uygulaması geliyor. Gelirlerinden çok varlık vergisi talep edilen ve bu vergiyi ödeyemeyen gayrimüslimler Aşkale çalışma kamplarına sevk ediliyorlar. Nazivari bir uygulama. O dönemde basın özgürlüğünden bahsetmek söz konusu değildir. Gazeteler bir bakanın telefonu ile süresiz kapatılmaktadır.

Savaş 1945 yılında demokratik devletlerin galibiyeti, diktatörlükle yönetilen devletlerin ise mağlubiyeti ile sona erer. Galip devletler (müttefikler) dünyaya yeni bir düzen vermek üzere ABD San Francisco kentinde toplanırlar. Bu devletler Meclis’lerinde muhalefet partileri bulunan ülkeleri demokratik addetmektedirler. Böylece CHP ve İnönü için artık parti kapatma yolu tıkanmıştır.

DÖRTLÜ TAKRİR VE “GERÇEK DEMOKRATLARIN” DEMOKRASİ TALEPLERİ

7 Haziran 1945 günü, CHP içindeki liberal kanat milletvekillerinden Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Refik Koraltan bütçe müzakereleri sırasında, hükümete yönetimi eleştiren bir takrir verirler. Takrir son derece akılcı ve masumdur. Takrir, hükümetin Meclis tarafından denetlenmesi, vatandaşların hak ve hürriyetleri Anayasa çerçevesinde daha iyi kullanabilmesi, çok partili hayata geçilmesi gibi demokratik talepler içermektedir. Ancak eleştiriye hiç alışık olmayan CHP Hükümeti bu takrire şiddetle tepki verir. Menderes, Koraltan, Köprülü partiden ihraç edilirler. Celal Bayar’da önce milletvekilliğinden sonra da CHP’den istifa eder.     

DEMOKRAT PARTİ

8 Temmuz 1945 günü, müteahhit Nuri Demirağ ‘Milli Kalkınma Partisi’ni kurar. 7 Ocak 1946 günü de Takrir yüzünden CHP’den ayrılan bu dört isim Demokrat Partiyi kurarlar. Başta Menderes olmak üzere Demokrat Parti kurucuları, tek parti dönemi olduğu için CHP içinde siyaset yapmaktaydılar. Yoksa toprak reformundan, karma ekonomiye, din hürriyetinden, sosyal, siyasal hürriyetlere kadar DP’nin felsefesi, buraya kadar yazdıklarımızdan da anlaşılacağı gibi CHP’ye hiç benzemez.

CHP’NİN ALÇAKLIK VE KÜSTAHLIĞI: “AÇIK OY GİZLİ SAYIM”

DP kurulur kurulmaz tıpkı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkaları gibi büyük ilgi görmeye başlar ve CHP’de bu ilgiden son derece rahatsız olur ve DP’nin bir şekilde önünü tıkamaya çalışmaya başlar. İlk girişimleri Belediye Seçimlerini öne almak olur. Teşkilatlanmasına yeni başlamış olan DP bu seçimlere giremez. Daha sonra 1947’de yapılması gereken genel seçimler de erkene alınır. Çünkü DP gördüğü büyük ilgiye rağmen yeni bir partidir ve teşkilatlanmasını tamamlamamıştır. DP, tarihimize yüz kızartıcı derecede hileli seçimler olarak geçen 1946 seçimlerine katılır. CHP’nin uygulattığı yöntem acayiptir. Açık oy, gizli sayım, oyunuzu açık olarak kullanıyorsunuz ve sayımı devletin mülki amirleri gizli olarak yapıyorlar. Seçimlerde birçok bölgede sandıklar kaçırılıp saklanmıştır. Seçim sonuçları açıklandığında DP tarafında haklı bir öfke hâkim olur. ‘SİNE-İ MİLLET’ ifadesi ilk defa o gün söylenmiştir. DP, CHP iktidarını tanımama kararı alır. Ancak Celal Bayar bu fikre sıcak bakmaz.    

Kurulduktan 7 ay sonra yapılan bu hileli Seçimlere rağmen DP 62 milletvekilini Meclis’e sokmayı başarmıştır. CHP’nin 397 milletvekili vardır. Cumhurbaşkanlığı seçimini de bu sonuca göre CHP’nin adayı İsmet İnönü kazanır. DP’nin adayı Mareşal Fevzi Çakmaktır.

Sonuçta CHP, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını, ardından Serbest Cumhuriyet Fırkasını ve nihayet 1946 hileli seçimleri ile de Demokrat Partiyi durdurmuş oluyordu. Ancak 1950’de bu bel altı vuruşlar sökmeyecektir ve söz milletin olacaktır. Böylece asker, bürokrat saltanatı, iktidarı milli iradeye, yani DP’ye teslim edecektir.

Türkiye Cumhuriyeti siyaset tarihinde, Türkiye’ye en büyük zararı veren olay 27 Mayıs 1960 darbesi felaketidir. 27 Mayıs bir depremdir, bir afettir. Eğer 27 Mayıs bu güne kadar masaya yatırılıp yargılansaydı, 15 Temmuz kanlı darbe girişimi de olmayabilirdi. 27 Mayıs’ın yargılanmasından en büyük zararı görecek unsur CHP’dir. Çünkü alenen 27 Mayıs’ın arkasındadır.

27 Mayıs temelde CIA desteklidir. Bu darbeyi çekirdek kadrosu teğmen, yüzbaşı seviyesinde 33 subay ve 5 generalden oluşan bir cunta (çete) yapmıştır. Darbeden sonra bu genç subaylar üstlerine yani albaylara, generallere emirler dağıtmışlardır ve komutanlar bunların önünde esas duruşta emir dinlemişlerdir. Tıpkı 15 Temmuz 2016 girişimindeki askeri yapıda olduğu gibi. Emir veren imam ast subay, emir alan tuğgeneral... 27 Mayıs’ın arkasındaki entelektüel sermaye CHP çevresi, bazı yazar ve gazeteciler ile dönemin üniversite hocalarıdır. Bu bakımdan CHP’nin adalet yürüyüşü adını verdiği girişimini şahsen şiddetle eleştiriyorum. Ne yani FETO yapılanmasının üstüne devlet gitmesin mi?

27 Mayıs darbesinin yapıldığı günler dikkatle incelenecek olursa, 27 Mayıs’ın ciddi bir entelektüel boşluğu olduğu hemen görülür. Darbenin ertesi günü ne yapacaklarını bilmeyen darbeci askerlerle karşılaşırsınız. Ama bu entelektüel boşluğu ne yazık ki CHP doldurmuştur. Bu arada dikkatli bir göz suflörlük yapan ABD ve NATO önerilerini fark eder. Hazırlıksız, programsız ülkeyi ele geçiren maceracı subaylar, CHP’lilerin coşkun tezahüratları karşısında kasım kasım kasılırlarken, her biri kendini bir Atatürk telakki ederken, meşruiyet (yasallaşma) sorununu akıllarına bile getirmiyorlardı. Zira İstanbul Üniversitesi Rektörü Ordinaryus Profesör Sıddık Sami Onar, Profesör Hüseyin Nail Kubalı meşruiyet konusunda şu ifade de bulunuyorlardı (Abdi İpekçi, Ömer Sami Çoşar İhtilalin İçyüzü)

“Meşruiyet ihtilalinizdir. Hukukun hiçbir önemi yok, ne isterseniz yapın, güç sizde…” 

Yassıada zulmüne de, Yassıada Mahkemelerine de, Türk halkını derinden yaralaya o menfur infazlara da bahsettiğimiz, darbenin akıl hocalığına soyunan CHP’li kesim sebep olmuştur. DP ile CHP aynı kökten geliyor demek tamamen bu gerçekleri görmemekten, yani bir nevi bilgisizlikten kaynaklanır. Menderes ve 2 bakanını astıran bu zihniyetin DP zihniyeti ile uzak yakın alakası yoktur. DP 1950 yılında iktidara geldiği zaman ilk kullandıkları cümle, ‘Devri sabık yaratmayacağız’dır.

Darbeciler ve destekçileri halkın sevgilisi Menderes’i her ne olursa olsun ortadan kaldırmayı baştan beri kafalarına koymuşlardı. Zira onlara göre, Menderes serbest bırakılırsa tekrar seçim kazanır ve memleketin başına geçer ve öç alabilirdi. Menderes’in idamına Yassıada Mahkemeleri 2 gerekçe gösterdi. Anayasayı ihlal ve İnönü’yü Topkapı’da öldürmeye teşebbüs. Hâlbuki İnönü Topkapı davasında şahitlik yapsa infazlar önlenebilirdi. Ama yapmadı. Mahkemede Menderes’in avukatı haklı olarak, İnönü’nün mahkemeye şahit olarak gelmesini talep etti. Ama Başol ve Egesel şiddetle karşı çıkarak, ‘İnönü gibi mümtaz bir şahsiyeti bu ortama çağırmak haddinize mi’ diye cevap vererek talebi ret ettiler. Hâlbuki bunu duyduğuna şüphe olmayan İnönü, ‘hayır, geleceğim’ dese ve gelse, ‘aramızda sert mücadeleler oldu, ama beni öldürmeye teşebbüs ettiler diyemem’ dese ve idam kararlarına karşı olduğunu söylemek değil, ima bile etse Menderes ve 2 bakanı asılmazlardı. Zira aynı davada Kasım Gülek de şahitlik yaptı ve Salim Başol’un ısrarlı sorularına, ‘Elimi vicdanıma koyarak, niyetleri İnönü’yü öldürmekti’ diyemem demişti. Bu ifadeden sonra Kasım Gülek’in de CHP’deki işi kısa sürede bitirildi.

İnönü’nün eline idamları önlemek bakımından bir büyük fırsat daha geçmişti ama onu da elinin tersi ile itti. Şöyle ki, darbe destekçilerinden Docent Muammer Aksoy, 5 Kasım 1969 tarihinde ‘Siyasi Haklar Oyunu ve Sonuçları’ başlıklı yazısında tüyler ürperten şu açıklamayı yapıyor,

“Milli Birlik Üyeleri, Yassıada hükümlerinin tasdikinde Temsilciler Meclisinin yetki sahibi olmasını teklif ettiği halde, İsmet Paşa bunu ret etmiş ve ’başladığınız işi tamamlayın’ diyerek infazların, CHP’nin çoğunlukta hatta tamamını teşkil ettiği Temsilciler Meclisinden geçmesi imkânını, YANİ İDAMLARIN KENDİSİ EVET DEMEDİKÇE İNFAZ EDİLMEMESİ İMKÂNINI KENDİ ARZUSU İLE ORTADAN KALDIRMIŞTIR…”    

8 Şubat 2009 tarihli Vatan Gazetesinde, CHP’nin 27 Mayıs öncesi günlerde Gençlik Kolları başkanı olan Orhan Birgit Sanem Altan ile bir söyleşi yapıyor,

28 Nisan 1960 Öğrenci Olaylarını itiraf ediyorum ki organize ettim. Perde arkasındayım o işin. Öğrencilerin gösteri yapmasını istiyorduk biz. Ne yapacaklardı? ‘Katil Menderes, diktatör Menderes’ diye bağıracaklardı, nümayiş yapacaklardı.”

28-29 Nisan Öğrenci olayları, yüzlerce öğrenci öldürüldü, kıyma yapıldı, Konya yolunu inşaat inde asfaltın altına saklandı, yalanını fısıltı gazetesiyle dolaştığı ve darbenin bahanesinin oluşturulduğu olaylardır. Bakın CHP Genel Sekreter yardımcısı, CHP milletvekili Kamil Kırıkoğlu, Tanju Cılızoğlu ile birlikte anılarını yayımlamıştı. Sayfa 103’den aktarıyorum,

“Darbe öncesi günlerde, öldürülen öğrenciler kıyma makinelerinden geçirildi, söylentilerini araştırmak için CHP 3 kişilik bir parlamento heyeti kuruyor. Heyet araştırmalar yapıyor ve böyle bir olayın olmadığını, söylentiden ibaret olduğunu bir rapor ile CHP grubuna götürüyor. Grupta rapor okununca İsmet Paşa raporu sert bir şekilde eleştiriyor, kızıyor ve Paşa, ‘OLMAZ YOKTUR DEMEYECEKSİNİZ, VARDIR İMAJI VERECEKSİNİZ’ DİYOR” 

Kamil Kırıkoğlu demek ki, vicdanlı bir insanmış ki, bu gerçekleri anılarında anlatmış.

Darbe yapılmış, CHP’liler sokaklara dökülmüş sevinç gösterileri yapmaktalar.
Bu durumu gören İnönü CHP’lilere sesleniyor ve kayıtlara geçen şu ifade de bulunuyor, ’27 Mayıs’ın ne içindeyiz, ne de dışında’ Yani henüz bize görev verilmedi demek istiyor.

Gazeteci yazar Bedii Faik, ‘İhtilalciler Arasında Bir Gazeteci’ adlı kitabının 25. Sayfasında idamlar ve İnönü, CHP ilişkisine değinmiş,

“İnönü, siyasi hasımlarının idam edilmelerine samimi olarak karşı idiyse, teşebbüsünü daha o günlerde yapmalı değil miydi? Siyasi mahkûmlara ölüm cezasının verilmesini doğru bulmayan ve buna karşı olan bir lider, yabancı devlet başkanlarının teşebbüsleriyle hazır belirmiş olan böyle bir fikrin hemen üstüne atılıp, o teşebbüs katarına kudretli bir lokomotif olmak varken ne yapmıştır? Tam aksine bütün dost devlet ricalinin temennilerini çeşitli kompleksler içinde önemli sayıp saymamak arasında bocalayıp kah çalımlı kah karasız tavırlar takınan, devlet yönetiminde tecrübesiz askerlerin bu haline seyirci kalmıştır! Böylece idam fikrinin daha fazla perçinlenmeden, daha çok macunlaştırılmadan hafifletilmesinin belki de mümkün olduğu günleri, hiçbir teşebbüs ve telkinde bulunmadan geçirmiştir. Samimi olan hareket, şüphesiz yabancı devlet erkanınınki idi. İdam kararları bir emrivaki olduktan sonra, infazı durdurmanın güçlüğünü, ölüm cezalarını verildikten sonra geri çevirmenin zorluklarını onların bilip de İnönü yaşındaki bir tecrübenin bilmemesi herhalde düşünülemez. AMA EĞER MAKSAT HEM KURTARMAYI İSTEMİŞ, HEM DE BUNU BÜTÜN GAYRETİNE RAĞMEN KABUL ETTİREMEMİŞ OLMAK İSE, TABİ O ZAMAN YAPILACAK ŞEY ELBETTE TAM SON DAKİKADA ORTAYA ATILMAKTIR.”

Ve İnönü de tam son dakikada ortaya atılmıştır. Rahmetli Nusret Kirişcioğlu, ‘Kayseri Cezaevinde Bir Yıldönümü, sayfa 111’

“İnönü güya idamlara aleyhtar imiş ve mani olmak için teşebbüse geçmiş de muvaffak olmamış hissini verecek bir mektup düzenledi. Bu mektup alakalılara zamanında verilmemişti. Ama yine de kandırılmış bir iki gazetede böyle bir mektuptan bahsedildi. Böylece İnönü’nün idamlara taraftar olmadığı hissi yayılmak istendi. Bu tertip İnönü’nün seçimlerdeki sukutunun (düşüş) mahiyetini ortaya vurmaktan öteye bir fayda sağlayamadı. Hatta bir bakıma da geri tepti. Çünkü İnönü’nün idamları istediği biliniyordu.”

27 Mayıs darbesine takaddüm eden günlerde Kore’de bir askeri darbe olmuş ve Syngman Rehee devrilmiş, İnönü’nün Meclis’te sarf ettiği şu sözlere bakın,

“Türk milleti Kore milletinden daha az haysiyetli değildir.”

İdamların ikinci sebebi olarak gösterilen 146/1 Anayasayı ihlal, DP tarafından Meclis Tahkikat Komisyonu kurulmasına dayandırılır. Hal buki Tahkikat Komisyonu o tarihte yürürlükte olan Teşkilat-ı Esasiye kanununun 22 maddesine ve Meclis içtüzük 177 maddeye göre tamamen yasal bir uygulamadır.

Darbecilerin başı Orgeneral Cemal Gürsel, darbeden hemen sonra İnönü’ye telefon ediyor, konuşuyorlar ve sözlerini şöyle bitiriyor, ‘…emirleriniz bizim için daima peygamber buyruğudur sayın paşam’ Demokrasi ile idare edilen bir ülkede, darbe olmuş, silah zoruyla seçim ile gelmiş bir iktidar devrilmiş ve Parlamentoda ana muhalefet partisinin genel başkanının darbecilerin başına söylediği şu sözlere bakın (İnönü’nün damadı gazeteci Metin Toker’den öğreniyoruz, İnönü’lü yıllar),

“Memleket ve millet için hayırlı bir iş yaptınız, büyük iş yaptınız, mutlu ve uğurlu olmasını dilerim. Asıl başarınız için ben sizin emrinizdeyim, paşa hazretleri. Sizleri anlıyorum. NE ZAMAN BİR ARZUNUZ OLURSA EMRİNİZE AMADEYİM.”  

Laf mı bunlar, iş birliği teklifi yok mu bu sözlerde.  15 Temmuz 2016 darbe girişimi cereyan ederken, bu günkü CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’da Bakırköy Belediye Başkanının evine gidiyor, lüks bir odada, lüks bir koltukta darbe girişiminin nasıl sonuçlanacağını televizyondan seyrediyor. Çıkıp bir kelime etmiyor, herhalde darbeciler kazansa İnönü gibi davranacaktı. Ama eski cumhurbaşkanımız, Ak Partili Sayın Abdullah Gül, o gece olayların nereye varacağının belli olmadığı saatlerde tam bir demokrat ruhuyla, cesaretle şu sözleri sarf ediyor, 

''Her şeyden önce Türkiye bir Latin Amerika ülkesi değildir.
Türkiye bir Afrika ülkesi değildir.
Türkiye'de bu şekilde bir grubun gece baskınıyla yönetim değiştirmesi, rejim değiştirmesi mümkün değildir. Asla mümkün değildir. Dolayısıyla bugün vatandaşlarımın fikri, zikri, inancı, partisi ne olursa olsun bütün bunları bir yana bırakıp demokrasiye ve milli iradeye sahip çıkma günüdür, bu bir sınav günüdür. Ayrıca bugün sokağa çıkan bir kısım askere de şunu söylemek isterim; 'Onların 7 sene Cumhurbaşkanı olarak, başkomutanlığını yapmış bir kişi olarak emir komuta zinciri altında bir talimat yoktur. Genelkurmay Başkanı'nın bir talimatı yoktur. Ordu komutanlarının yoktur, böyle bir durumda kim talimat veriyorsa bunları kesinlikle dinlemeyin ve bir an önce bu hatadan, bu yanlıştan dönün. TSK'nın başına karşı yapılan bu rencide edici ve bu kabul edilmez olay asla unutulmaz. Onun için tekrar söylüyorum; yanlış içerisinde olanlar yanlışlarından dönsünler, kışlalarına dönsünler, halkla karşı karşıya gelmesinler. Acılar yaşanmasın. Türkiye bir kaos içerisine girmesin. Halkımıza da hatırlatıyorum ki bugün demokrasiye sahip çıkma günüdür''

Buraya kadar kısaca özetlediklerimizden, DP çizgisini de CHP çizgisini de ve aralarında asla bir fikir birliği olmadığını da ifade edebilmiş olmalıyız. Güneş balçıkla sıvanmaz, olayları tarafsız bir gözle inceleyenler kimin kim ve ne olduğunu hemen göreceklerdir. 

DP ile CHP arasındaki en önemli fark halkçılıktır.
CHP kendi kudretine, kendi azametine, kendi bünyesine dayanan bir parti iken, DP halka dayanan, her türlü kudreti ve kuvveti halkta gören, halk desteğinde, halkoylarında bulan bir partidir. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile başlayan, Serbest Cumhuriyet Fırkası ile devam etmeye çalışan ama önü kesilen milli zihniyet DP ile iktidara gelmiştir. Açık seçik CHP’nin desteklediği, kışkırttığı 27 Mayıs 1960 darbesi ile DP’nin de önü kesilecektir. Bu milliyetçi, halkçı zihniyet 1980’den sonra rahmetli Turgut Özal ile tekrar hizmete başlayacak ancak Özal’ın da şaibeli ölümü ile yine Türkiye’ye hizmet süreci durdurulacaktır. Çok şükür 2003’den sonra başbakanımız, cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde Ak Parti ile DP ruhu, Menderes anlayışı 14 senedir iktidardadır ve büyük hizmetler yapmaktadır. Konuyu birazcık olsun inceleyenler gerçekleri hemen göreceklerdir. Zira ‘güneş balçıkla sıvanmaz’    

HASAN EMRE OKTAY
Temmuz 2017, Fenerbahçe