30 Aralık 2017 Cumartesi
"BEYAZ İHTİLÂL'DEN SESSİZ DEVRİM'E" - Tarihi Kadim Demokrat Parti'nin 72. Kuruluş Yıldönümü "KONFERANS VE SÖYLEŞİ" - ADNAN MENDERES DEMOKRASİ PLÂTFORMU, Başkan: Ahmet Şerif BAYINDIR
15 Eylül 2017 Cuma
Hükümetin İçine Düştüğü Kuzey Irak Bataklığı: "MİSAK-I MİLLİ, “ATATÜRK-MENDERES-BAYAR” VE TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN MUSUL VİLÂYETİ"
İŞTE (BABA) BARZANİ'NİN BAŞVEKİL ADNAN MENDERES VE CUMHURBAŞKANI CELÂL BAYAR’A GÖNDERDİĞİ
MEKTUP
(Baba) Şeyh İsmail
Barzanî’nin, 17 Nisan 1956 tarihinde dönemin "Hür ve Hükümran" Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanı Adnan Menderes ile Cumhurbaşkanı Celâl Bayar'a gönderdiği
mektup ortaya çıktı.
Şeyh Abdüsselâm
Barzanî’nin oğlu, Molla Mustafa Barzani’nin yeğeni Merhum Şeyh İsmail
Barzanî’nin, 17 Nisan 1956’da, “Filistin Davasına destek verilmesi,
Siyonizmin Filistin’den tümüyle kovulması” talebiyle, Başbakan
Merhum Adnan Menderes’e gönderdiği mektup gün yüzüne çıktı.
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'ndeki mektubun Türkçe tercümesi şöyle:
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'ndeki mektubun Türkçe tercümesi şöyle:
"Fehamet Sahibi
Türkiye Başbakanı Beyefendi Hazretlerine, Allah Taâla, bir mahluku
yarattığında, ona, düşmanlarının saldırısından korunmak için mutlaka nefsini
müdafaa gücünü de bahşeder. Şüphesiz, her mü’min ilahi emirleri yerine getirmek
için nefsinin, insanlığının şeref ve onurunu muhafaza etmelidir.
Her mü’min için
nefsini Allah yolunda yönlendirmek ve sahih yol üzere kılmakla gereklidir.
Nitekim yet-i
Kerîme’de ” İnnellaheştera minelmü’minîne enfüsehum ve emvâlehum Bienne
Lehumulcenne, Şüphesiz ki, Allah müminlerin nefislerini (canlarını) ve
mallarını onlara, cennet karşılığında iştira (vaad) eylemiştir.”
buyurulmaktadır.
Muhterem
Üstadım,
Eğer,
düşmanların müminlerin beldelerinde, bu güzel beldelerde düşmanlığını müşahede
edebilseydiniz, zira, görüyoruz ki, Siyonizm yaralı Filistin beldelerinin bir
kısmını gaspetmiştir.
“Siyonistler
ellerindeki, mücehhez silahlarla kurşun ve bombalar kullanarak Filistin
insanının haremine tecavüz etmekte, çocukları katletmekte, ulemadan olan
dostlarımızı ortadan kaldırmaktalar.
Kurdukları
devlette, ellerindeki mücehhez, donanımlı kara,deniz ve hava silah ve
güçleriyle bunlar güzelim köyleri bombalamakta ve vurmaktalar.
Biz bu şekilde,
en derin saygılarımızla sizden buna ehemmiyet vermenizi ve Yahudilerin
Filistin’den kovulması için gerekli tedbirlere başvurmanız için bunu arz
ediyoruz. Ta ki burada gasbedilmiş topraklar üzerinde bir devlet tesis
edemesinler. Yahudileri Filistin’den çıkarmak dinî bir vecibe’dir. Bu hususta
cehd göstermemiz, tabiî ki, mücadele etmemiz Allah’ın (C.C) emirlerinden’dir.
Burada yazılan,
Filistin’de var olan zulmü ortaya koymak içindir. Halbuki, bu şehir ve köyler
daha 30-40 yıl önce, Osmanlı’ya aitti. Bu yüzden, bizden daha güçlü olan
sizlerden bunu talep ediyoruz. Gerçek güç sahibi Allah’dır. (C.C.).
Bu vesile ile,
Mübarek Ramazanızı tebrik ederim.’
17/4/1956
Muhlisiniz Eş-Şeyh İsmail
Kaynak: Müfid Yüksel
**
YORUMLAR
Kürt Mehmed (2
yıl önce): Merhum Şeyh
Abdüsselâm Barzanî şunu bilmiyordu; o dediği Osmanlı çoktan beyaz Türkler ve
dış kuvvetleri tarafından alaşağı edilmiş ve İslam karşıtı bir rejimin ikame
edildiğini bilmiyordu. O zannediyordu ki daha Türkiye Müslümandır. İyiki
mektubu İsmet İnönüye göndermemiş, bari Menderese göndermiş. Türkiye'nin ilk
İsrail devletini tanıyan bir ülke olduğunu da bilmiyordu merhum. Allah ona ve
onun gibi düşünenlere rahmet eylesin.
Türk-Kürt (2 yıl
önce): Bunlar olsa olsa
ABD-İngiliz Şeyhi olurlar. Türk milletinin bunlardan çektiğini hiçbir kalem
yazamaz.
***
TÜRKİYE’NİN
MUSUL VİLAYETİ PETROPOLİTİĞİ
Bekir Aydoğan/Ekopolitik
Araştırmacısı
“Irak’ın önde
gelen ihraç ürünleri marul ve salatalık olsa ve büyük petrol sahaları da Güney
Pasifik’te yer alsa idi, ABD’nin yine de bu ülkeyi özgürleştireceğine inanmak
için bizim yönetenlere sıra dışı bir teslimiyetimiz gerekirdi.”(1)
Vietnam Savaşı,
Arap-İsrail çatışmaları, Körfez, Kosova ve Irak Savaşı’ndaki insan hakları
ihlallerine muhalif duruşuyla bilinen Noam Chomsky; 2003 Irak Savaşı’na ilişkin
2006 yılında böylesi bir açıklama getiriyor ve bu sözler bize; ABD Başkanı
Jimmy Carter’ın 23 Ocak 1980 günü,“Basra Körfezi petrolüne erişim yaşamsal bir
ulusal çıkarımızdır. Bu çıkarımızı korumak için ABD, askeri güç kullanımı da
dâhil her vasıtayı kullanmaya hazırdır.” (2) deyişini hatırlatıyor.
DÜNYA PETROL REZERVLERİNİN
%69.7’SİNE SAHİP ORTA DOĞU
Bugün dünya
petrol rezervlerinin %69.7’sini (3) oluşturan, siyasi çalkantı ve askeri
müdahalelerin çok sık yaşandığı Ortadoğu; bundan yaklaşık 1 asır önce büyük
ölçüde Osmanlı Devleti sınırları içerisinde bulunuyor, sahip olduğu stratejik
konum ve yer altı zenginlikleri bakımından sanayileşen devletlerinin ilgisini
cezbediyordu. Dönemin bu özellikteki bölgeleri, devletlerin buralarda izlenen
politikalarını ve üstü kapalı da olsa geleceğe ilişkin planlarını belirlemede
etkili oluyordu. Zira bugün olduğu gibi, 1980’lerde ve 20. yüzyılın başlarında
da buna ilişkin izler bulabiliyoruz. Bu konuda dönemin İngiltere Donanma Bakanı
Walter Hume Long, 23 Mart 1920 günü yaptığı bir konuşmada şunları dile
getirmiştir; “Dünyadaki bilinen petrol yataklarını ele geçirebilirsek,
dilediğimiz gibi kullanabiliriz. Eğer, Büyük Britanya ‘ele geçirilebilir’
petrol sahalarına sahip olma fırsatını elinden kaçırırsa, Hükümet ‘ulusal
çıkarlar bakımından en uygun zamanda harekete geçmemekle suçlanacaktır.’
Olağan dışı
fırsatların eşiğindeyiz; ya biz bu kapıdan girmek için gerekeni yapacağız veya
başkaları girecek ve geleceğin anahtarına sahip olacaklardır.”(4) Aslında
Carter ve Long’un bu sözleri; devletlerin petropolitiği, ‘ulusal çıkar’
kavramıyla ne kadar yakın tuttuklarını gösterir ve zaten 21. yüzyılın Avrasya
üzerinde mücadele ile geçeceğini söyleyen Bill Clinton da, 20. yüzyılın
Ortadoğu petrollerine yönelik savaşlarla geçtiğini dile getirmiş ve belki de bu
öngörüyle geleceğin anahtarına sahip olma konusunda ülkesinin ciddiyetini
ortaya koymuştur. Bu noktada ‘ulusal çıkar’olarak görülen petrol
politikalarının güç uygulayarak değil, uluslararası antlaşmalar nezdinde
sürdürülmesi ve ülkelerin iç işlerine müdahale olmaksızın izlenmesi gerektiği
de söylenmelidir.
20. yüzyılın
başlarına döndüğümüzde göreceğimiz manzara şudur ki; Osmanlı Devleti üç kıtaya
yayılmış geniş topraklarına rağmen bir türlü sanayileşmesini tamamlayamamış,
petrol yatakları ve kullanım hakları ile ilgili açık ve net bir petrol
politikası güdemediğinden hudutları dışında ve hatta içinde gerçekleşen petrol
mücadelesinin uzağında kalmıştır. Önceleri Osmanlı Devleti’nin yanında yer alan
batılı ülkeler rakipleri arttıkça ve sömürge alanları daraldıkça bölge üzerinde
kullanım hakları ve imtiyazlar edinmiş; üstelik süreç ilerledikçe bununla da
yetinmeyerek menfaatleri doğrultusunda mutlak güce sahip olma düşüncesiyle
hareket etmişlerdir.(5) Ticari anlaşmalar, demiryolu projeleri ve rekabet
içerisinde olan petrol firmalarının mücadeleleri; tüm Ortadoğu’yu kapsamakla
birlikte, dönemin hegemon ülkesi olan İngiltere’nin sömürge yollarına giden
şimdiki Irak dâhilindeki Basra Körfezi’nde de gerçekleşiyordu.
İngiltere için
Basra Körfezi’nin güvenliği denizden Kıbrıs Adası ile olduğu kadar da, karadan
da Musul Vilayeti çevresiyle sağlama alınmalı ve bölgenin sahip olduğu yer altı
zenginlikleri de mutlak suretle kullanılmalıydı. Bu amaçlar dâhilinde geçen
Birinci Dünya Savaşı sonucunda Türkiye ile bir takım görüşmeler ve antlaşmalar
yapılmış; Musul Vilayeti’nin statüsüne ve bölgeden elde edilen petrol
üzerindeki haklara ilişkin kararlar verilmiştir.
Çizmiş olduğumuz
temelden güçle, makalenin esas ayağını oluşturan Türkiye’nin Musul Vilayeti
petrolü üzerindeki haklarına geçebilir ve batılı devlet adamlarının ‘ulusal
çıkar’ şeklinde tanımladığı petropolitiğin ülkemiz tarafından Musul petrolleri
için nasıl uygulandığını görebiliriz.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN
KURULUŞU VE MUSUL PETROLÜ
Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurulumundan itibaren Osmanlı Devleti’nden kalma borçların
ödenmesi, savaştan yeni çıkan bir milletin ülkeyi kalkındırması açısından
olumsuz bir etken olmuş; öte yandan Musul petrolleri üzerinde Türkiye’nin 5
Haziran 1926 tarihli Ankara Antlaşması’ndan doğan hakları, hem bu borçların ödenmesini
hem de ülkenin kalkınmasını sağlayacak maddi gelirin umudu olmuştur. Bu noktada
Ankara Antlaşması ve bu antlaşmanın içerisinde geçen 14 Mart 1925 tarihli Irak
hükümeti ile -antlaşmanın imzalandığı tarihte hisselerinin çoğu İngilizlere ait
olan ve adı 1929 yılında Irak Petrol Şirketi olarak değiştirilen- Turkish
Petroleum Şirketi arasında yapılan antlaşma, Musul petrolleri üzerinde
yapacağımız analizin odak noktasını oluşturmaktadır.
Başbakanlık
Arşivi’nden alınan Ankara Antlaşması’nın petrol hisseleriyle ilgili 14.
maddesini incelediğimizde konuya referans olabileceğini görebiliriz. Üçüncü
Fasıl, Ahkâm-ı Umumiye Madde -14: Her iki memleket arasında menafi-i
müştereke sahasını tevsi etmek maksadıyla Irak Hükümeti işbu muahedenin mevki’i
meriyete vaz’ı tarihlerinden itibaren yirmi beş sene müddetle berveçh-i zir
alacağı aidatın yüzde onunu Türkiye Hükümeti’ne tediye edecektir.
A)14 Mart 925
tarihli imtiyaz mukavelesinin onuncu maddesi mucibince ‘Turkish Petroleum
Campany’den,
B) Bâlâdaki
imtiyaz mukavelesinin altıncı maddesi mucibince petrol ihraç edebilecek olan
şirketlerden veya eşhastan,
C) Bâlâda
zikredilen imtiyaznamenin 33. maddesi mucibince teşekkül edebilecek olan muavin
şirketlerden.”(6) 5 Haziran 1926 tarihindeki Ankara Antlaşması’nın -“Türkiye
ile İngiltere ve Irak arasında Türk Irak Sınırı ve İyi Komşuluk İlişkileri
Andlaşması”- 14’üncü maddesini şu şekilde açıklayabiliriz;
Irak Hükümeti, işbu Andlaşmanın yürürlüğe
konulması gününden başlayarak 25 yıl süre ile aşağıda gösterilen gelirlerin %
10’unu Türkiye Hükümetine ödeyecektir.
A) 14 Mart 1925
günlü Ayrıcalık Sözleşmesi’nin 10. Maddesi uyarınca “Turkish Petroleum”
Şirketinden,
B) Yukarıda
anılan Ayrıcalık Sözleşmesi’nin 6. Maddesi uyarınca petrol ihraç edebilecek
olan ortaklıklardan ya da kişilerden, C) Söz konusu Ayrıcalık Sözleşmesi’nin
33. Maddesi uyarınca kurulabilecek yan ortaklıklardan.(7) Ayrıca Türkiye, Irak
gelirlerinden alacağı ‘royalty’ hakkından 5 Haziran 1926’dan itibaren 500.000
sterlin karşılığında 12 ay içinde vaz geçebilecektir.
Bu minvalde; 14
Haziran 1926’da Ankara Antlaşması Irak Meclisi tarafından kabul edildikten
sonra Türk basınında Türkiye’nin 500 000 sterlin alarak %10’luk payından
vazgeçtiği yazılmış ve bu haberlerin yanlış olduğuna dair açıklama 17 Haziran
tarihinde Anadolu Ajansı vasıtasıyla yapılmıştır.(8) Bu konuda detaylı
açıklamaların bulunduğu “İmparatorluktan Cumhuriyete Petropolitik” adlı kitabın
yazarı-20. ve 21. dönem Ankara Milletvekilliği ile Başbakan Yardımcılığı ve
Milli Eğitim Bakanlığı yapan- Hikmet Uluğbay’a göre Türkiye, Ankara
Antlaşması’nın ekinde yer alan 500 bin sterlinlik toptan ödemeyi seçtiğine
ilişkin olarak, antlaşmadan itibaren 12 ay içerisinde Irak Hükümetine bir
bildirimde bulunmamıştır. Değiştirilen mektup notasında toptan ödemenin tercih
edilmesi hâlinde bu seçimini 12 ay zarfında Irak Hükümetine bildirme
zorunluluğu vardır. Türkiye, böyle bir bildirimde bulunmadığından, Turkish
Petrol Şirketi’nin Irak Hükümeti’ne ödeyeceği royalti gelirinin yüzde 10’unu
alma hakkını tercih etmiştir.
1934 yılında başlayan, 1958
yılına kadar Bütçe Kanunlarının, Devletin gelir kaynaklarının gösterildiği “B”
Cetvellerine “Sözleşmesi Gereğince Musul Petrollerinden Alacak” diye bir gelir
kaleminin konulmaya başlanması ise buna somut bir kanıttır. Aynı alacak,
1959-1985 yılları arasında da Bütçe Kanununun metni içine bir madde hükmü
olarak konulmaya devam etmiştir.
İkinci kanıt ise
1934-1954 dönemine ait “Kesin Hesap Kanunları”nda “Sözleşmesi Gereğince Musul
Petrollerinden Alınan” hükmü çerçevesinde yapılan tahsilat rakamlarına yer
verilmesidir.(9) Hem o dönemin resmi açıklamalarından hem de Hikmet Uluğbay’ın
yaptığı araştırmalardan Türkiye’nin 500 bin sterlin ödemesini seçmediğini
anlayabiliriz. Bu noktada Ankara Antlaşması’nda geçen Turkish Petroleum
Şirketi’nin Irak petrolleri üzerinde sahip olduğu hakları, Türkiye’nin sahibi
olduğu petrol gelirleri hakkını etkilediğinden, T.P. Şirketinin ne gibi haklara
sahip olduğunu da vurgulamak gerekir. “Türk Petrol Limited Şirketi’nin Irak
Hükümeti ile imzaladığı, 14 Mart 1925 tarihli Sözleşme’nin bazı maddeleri:
Madde 1- Hükümet, şirkete aşağıda belirtilen şartlarda, petrol, nafta,
doğalgaz, ozokerit (yermumu) maddelerinin ve türevlerinin aranması,
çıkarılması, işletilmesi, taşınması ve satılması ile ilgili ticari
faaliyetlerde bulunma ayrıcalık hakkını vermiştir.
Madde 3- Bu
sözleşmenin ilişkili olduğu alan bundan böyle “tanımlanmış alan” olarak anılacaktır.
Aksine hüküm olmadıkça, transfer edilmiş bölgeler hariç Irak’ı ve eskiden Basra
Vilayeti olarak anılan bölgeyi kapsayacaktır. Irak’ın hudutları
belirlendiğinde, “tanımlanmış alanın” sınırlarını açıkça belirleyecek ayrı bir
sözleşme hükümet ile şirket arasında icra edilecektir.
Madde 10- Bu
sözleşme ile tanınmış ayrıcalıkla ilgili olarak, şirket, hükümete birinci
maddede belirtilen maddelerin tonu başına royalti ödemesinde bulunacaktır.
Royalti aşağıdaki şekilde hesaplanacaktır; (1) İhraç için inşa edilecek boru
hattının tamamlanmasından itibaren yirmi yıl süre ile ton başına dört (altın)
şilin olacaktır.” Bu konuda Uluğbay’a göre; Irak Hükümeti ile Türk Petrol
Şirketi arasında imzalanan 14 Mart 1925 tarihli Ayrıcalık Sözleşmesi’nin 1’inci
maddesi ile ayrıcalık hakkının kapsamı belirlenmiştir. Buna göre, Irak
Hükümeti, ülkesinde şirkete “petrol, nafta, doğalgaz, ozokerit (yermumu)
maddelerinin ve türevlerinin aranması, çıkarılması, işletilmesi v.b. ticari
faaliyetlerde bulunma hakkını” vermiştir.
Görüldüğü üzere,
Irak Hükümeti’nin, dolayısı ile Türkiye’nin royalti hakkı sadece petrolle
sınırlı olmayıp, sayılan bütün maddelerle ilgilidir. Aynı şekilde Sözleşme’nin
3. maddesine göre royalti sadece Musul Vilayeti’ni değil, tüm Irak
topraklarında yukarıda sayılan maddelerin işletilmesi ve ticaretini
kapsamaktadır.(10)
İhsan Şerif
Kaymaz’a göre ise Irak hükümeti ile Turkish Petroleum Şirketi’nin arasındaki
anlaşmanın esasları şu şekildedir: Irak Hükümeti’nin T.P.C.’nin yönetim
kurulunda oy hakkı bulunmayacak; yalnızca şirketin üretim alanını ve yönetim
bürolarını denetleme yetkisi olacaktı. Bir başka deyişle Irak, şirketin,
üretim, işletme ve dış satımla ilgili karar sürecinin dışında bırakılıyordu.
Ayrıcalık alanı, Basra Vilâyeti’nin bir bölümüyle transfer edilen topraklar
dışındaki Irak arazisinin tamamını kapsıyordu. Bu, Irak’ın toplam yüzölçümünün
üçte ikisine denk gelen bir alandı. Ayrıcalığın süresi yetmiş beş yıl olacaktı.
Şirket, 1927
yılı Kasım ayına değin, kendi belirleyeceği, her biri sekiz mil kare alanındaki
yirmi dört üretim bölgesinde çalışmalara başlayacak; 1931 yılı Mart ayına dek
toplam 36.000 feet ,
yaklaşık 11.500 metre
derinliğinde test sondajı tamamlanacak; izleyen her yıl da 12.000 feet yaklaşık 4.000 metre yeni sondaj
yapılacak; bu işlem, petrol alanları işletmeye açılıp, petrolün boru hatlarıyla
uygun limanlara ulaştırılmasına dek sürdürülecekti. Test sondajı tamamlandıktan
sonra dört yıl içinde yani 1935 yılı sonuna değin petrolü denize ulaştıracak
boru hatları yapılacaktı. Şirketin, petrolün çıkarılması, işletilmesi,
depolanması ve nakliyesi için getireceği her türlü araç-gereç, gümrük vergi,
resim, harçlarından; şirketin üretip satacağı petrol de dış satım vergisinden
muaf tutulacaktı. Irak’a üretilen petrol için ton başına dört şilin royalty
ödenecek; söz konusu ödeme, boru hattının tamamlanmasından başlayarak yirmi yıl
süreyle (yani kabaca 1955 yılı sonuna dek) yapılacaktı. Yirmi yılın sonunda
royalty miktarı kazanç-kayıp oranına göre artırılacak ya da azaltılacaktı. Bu
süre boyunca, Irak’ın iç gereksinimleri karşılanmadan dışarıya petrol
satılmayacak, yetmişbeş yılın sonunda Irak, şirketin, ülkedeki tüm taşınmaz mal
varlığının sahibi sayılacaktı.(11)
Görüldüğü gibi Türkiye’nin
elde edeceği petrol gelirleri Uluğbay’a göre Irak’ın tümünü kapsamakla birlikte
geliri ödenecek ürün sadece petrol ile sınırlı değildir ve royalty birim
miktarı, ilk yirmi yıl için sabitlenmiştir. Kaymaz’a göre ise Irak’ın toplam
yüzölçümünün üçte ikilik kısmını kapsamaktadır.
Bir diğer önemli
konu ise Türkiye’ye ödemelerin ne zaman yapılacağı ile ilgilidir. Ankara
Antlaşması’nın 14. Maddesi’nde bu konu her ne kadar antlaşmanın imzalanmasına
müteakip şeklinde belirlenmişse de, petrolün transfer edileceği boru hatları
henüz tamamlanmadığından bu konu, Irak Hükümeti ile Irak Petrol Şirketi
arasında 19 Mayıs 1931 günü yapılan ek sözleşmeyle ele alınmıştır. Buna göre
şirket, Irak Hükümeti’ne boru hattının tamamlanmasına kadar her yıl 400 bin
sterlin ödemesi yapmayı kabul etmiş ve ödenecek miktarların yarısı ileride
ödenecek royaltiden mahsup edilmiştir. Uluğbay’a göre Türkiye ile Irak arasında
11 Ocak 1932 tarihinde imzalanan bir antlaşma çerçevesinde değiştirilen mektup
notası, royalty ödemelerini 1931 yılında başlatacak belgeler içeriyor ve bu
nedenle Türkiye 1931-1955 yılları döneminde 25 yıl süre ile royalty tahsili
elde etmesi gerekiyordur.
Boru hatlarının
tamamlanma tarihi Uluğbay’a göre 1934 yılında gerçekleşmiştir ve bu sebepten
ötürü 1935 yılında başlanacak ödemeler, Türkiye ile Irak hükümeti arasındaki anlaşma
gereğince 1931 yılında başlatılmıştır. Prof. Dr. Nevin Coşar’a göre; Türkiye,
1931 yılından 1951 yılına kadar 1945 yılı hariç ödemeleri tahsil etmiş, 1954
yılında ise 1945 yılında ödenmeyen ücretin yerine Irak hükümetince Türkiye’ye
bir ödeme yapılmıştır. Ayrıca 1931’de tahsilatın başlamış olmasına rağmen Irak
hükümeti, ödemenin Ankara Antlaşması’nı müteakip 25 yıl süreceğini iddia
ettiğinden ödemeleri durdurmuştur.(12) Hikmet Uluğbay, Nevin Coşar’dan farklı
olarak royalty(13)ödemelerinin 1935 yılında tamamlanan boru hattından dolayı
1931 değil de 1935 yılında başladığını, ondan öncekilerin T.P Şirketi’nin Irak
hükümetine ödediği avans gelirleri olduğunu yazmıştır. Ayrıca Uluğbay
hazırladığı ödemeler tablosuna(14) göre, Türkiye’nin 3,5 milyon sterline karşılık
gelen bir tahsilat yaptığını; ama 26 milyon sterlin değerinde alacağının da var
olduğunu ileri sürmüştür. Dolar olarak düşünüldüğünde bu tutar; 72.8 milyon,
günümüz petrol değerleri üzerinden hesaplandığında 755.2 milyon ve 1955 yılı
sonrası faiz oranlarını kullanarak hesaplandığında ise 1.644.7 milyon dolar
olarak karşımıza çıkıyordur.(15)
Yine Uluğbay’a
göre, 1950’li yıllarda Irak’ın ödemeleri yapmamasında Türkiye’deki hükümet
değişimleri ve Amerika tarafından yapılan Marshall Planı dahilindeki mali
yardımlar da etkili olmuştur.
İlhan Uzgel ve
Ömer Kürkçüoğlu ise; Hikmet Uluğbay’ın konuyla ilgili yaptığı araştırmaları en
güncel çalışma olarak nitelemiş ve ek saptamalarda bulunmuşlardır.
1954-1955 döneminde Türkiye Irak’la
birlikte Bağdat Paktı’nı kurduğu için ilişkiler iyileşmiş, 1958’e kadar bu
fasıl (Türkiye’nin Irak’tan alacakları) bütçeden çıkartılmış, fakat 1959
bütçesine tekrar konulmuştur.
Çünkü 1958’de bu ülkede General Kasım darbesi
yapılmış bulunmaktadır. Yalnız, darbeden sonra, artık bu alacak bütçedeki gelir
cetveli içinde değil, ayrı bir bütçe maddesi olarak gösterilmiştir. Bundan
amaç, bütçe maddeleri TBMM’de ayrı ayrı tartışıldığından, konunun altını çizmek
ve alacağı daha güçlü dile getirmektir.
Bu uygulama da 1980’lere dek
devam etmiş; fakat Özal iktidarı sırasında Orta Doğu ülkeleriyle ve özellikle
Irak’la ticari ilişkiler geliştirildiği için tahsil edilmeyen; ama Türkiye’nin
bu alacağını unutmadığını gösteren söz konusu madde; Hazine, Dışişleri
Bakanlığı ve Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın da olumlu görüşleriyle 1986’dan
itibaren bütçeden çıkarılmıştır.(16)
Türkiye’nin 5
Haziran 1926 Ankara Antlaşması ile elde ettiği petrol gelirlerinin kendisine
tam olarak ödenmediği mevcut belgeler ışığında ortadadır. Hikmet Uluğbay, Nevin
Coşar ve konuyla ilgili araştırma yapan birçokları, alacak rakamları konusunda
somut verilere ulaşmışlardır. Bahsi geçen miktarlar Türkiye’nin kalkınmasına ve
gelişme hızına olumlu etki edecek yönde olmakla, Türk Dışişleri’nin dikkatinden
kaçmayacak ‘ulusal çıkar’ nispetindedir.
*Bekir
Aydoğan/Ekopolitik Araştırmacısı
Kaynakça:
[1]-Buncombe
Andrew, “Saddam: The question that will live on”, The Independent Online
December 30, 2006
[2]-Klare T.
Michael, “Blood and Oil”, Metropolitan Books, s. 46.
[3]-http://www.opec.org/opec_web/en/data_graphs/330.htm
[4]-Hornbeck
Stanley K., “The Struggle for Petroleum”. The Annals of The American Academy of
Political and Social Sciences Cilt CXII, Mart 192, s. 164.
[5]-Ayrıntılı
bilgi için bkz: Bekir Aydoğan, 20. Yüzyıl Başlarında Petrol ve Ortadoğu
[6]-26 Temmuz
1946 tarihli Başbakanlık Yazı İşleri ve Sicil Müdürlüğünden çıkmış, Türkiye –
İngiltere ve Irak Hükümetleri Beyninde Ankara’da 5 Haziran 1926 Tarihinde
Münakit Hudut ve Münesabat-ı Haseney-i Hemcivarî Muahedenamesi (Kanun: 911)
Konulu Arşiv Belgesi, Dosya No: 402A254, Fon Kodu: 30.10.0.0, Yer No:
226.522..15. numaralı arşiv belgesi, Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Ankara.
[7]-Soysal
İsmail, Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları Cilt I, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
s. 313.
[8]-Tahir Kodal,
Musul Sorunu (Türk Basınına Göre, 1923-1926), Ankara, 2002, s. 413.
[9]-Ayrıntılı
Bilgi için Bakınız: Global Enerji Dergisi, 20. Sayı, Irak Petrolleri ve Royalti
Alacakları
[10]-Uluğbay
Hikmet, İmparatorluktan Cumhuriyete Petropolitik, Ayraç Yayınları 2003, s. 517.
[11]-İhsan Şerif
Kaymaz, Musul Sorunu, s. 559.
[12]-Ayrıntılı
tablo için bakınız: Nevin Coşar, “Musul Petrollerinden Türkiye Bütçesine Gelen
Paralar”, Tarih ve Toplum Dergisi, c. VII, No: 38, İstanbul, 1977, s. 14.
[13]- “
Türkiye’ye Irak petrol üretiminden ödenmesi gereken %10’luk hisse”
[14]-Uluğbay,
a.g.e
[15]-Ayrıntılı
bilgi için bakınız: Uluğbay, a.g.e. , s. 456. ,457.
[16]-Baskın
Oran, ed., Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler,
Yorumlar I.Cilt, İstanbul: İletişim Yayınları, 2006, s. 269. , 270.
***
Aşiret reisi olmaya dahi karakteri yetmeyen Çapulcu
Barzani'ye: "STATÜKO ANTE" mutlaka dayatılmalı; İki Yüzlü Kalleş ve
Küstah ABD'ye: "Küre, DİYARBAKIR Kaçak Üssü ve İNCİRLİK'e ACİLEN VE DERHAL
KAPATMA" Yaptırımı uygulanması Şarttır.
BARZANİ’YE
KARŞI ELİMİZDEKİ BÜYÜK KOZ: "STATÜKO ANTE"
AHMET TAKAN
Çapulcu başı
Barzani, ateşe odun taşımakta ısrarcı… Küstahça meydan okumaya devam
ediyor. 25 Eylül’de Kuzey Irak’ta bağımsızlık konusunda referandum
düzenleyeceğini her gün papağan gibi tekrarlıyor. Dış destekçileri hepinizin bildiği
gibi. Sırtını sıvazlayıp duruyor!.. İran referanduma şiddetle karşı
çıkıyor. Peşmerge paçavrasını Türkiye’de göndere çeken AKP iktidarı
sessiz kalarak çapulcu başına ve sözde Kürt devletine desteğini sürdürüyor.
Peki, bu duruma karşı, Türkiye çaresiz mi?.. Eli kolu bağlı mı?.. Uluslararası
anlaşmalardan kaynaklanan hakları yok mu?.. Tabii ki var. Hem de kapı gibi!..
Ama bunların gündeme getirilmesi ve harekete geçilmesi için
önce millî bir Hükümet gerekli.
Sene 2002… ABD’nin
Bahreyn Manama’da konuşlu 5’inci Deniz Kuvvetleri Filosu’nun Komutanı
Koramiral Timoty Keatings, Ürdün Amman’da katıldığı bir resepsiyonda Türk
Askeri Ataşesi’ne önemli açıklamalarda bulunur… Koramiral
Keatings, "ABD’nin, İngiltere ve Türkiye ile birlikte Irak’ta savaşa
girmek istediğini ve Saddam yönetiminin devrilmesi sonrasında Irak’ı üçe
bölerek kuzeyde Kürt Devleti orta bölgede Sünni Devleti ve güneyde Şii Devleti
kuracaklarını" söyler.
Türk Askeri
Ataşesi’nin, "Kuzey Irak’ta 3,5 milyon Türk var, onlar ne
olacak?" sorusuna verilen cevap daha da ilginçtir.
Keatings, "Kuzey Irak’taki Türkler, kurulacak Kürt Devletinin
egemenliği altında yaşarlar, beğenmezlerse Türkiye’ye giderler" der.
Bunun üzerine Türk Askeri Ataşesi, şiddetli bir tepki
gösterir, "Irak’ın üçe bölünmesi halinde 5 Haziran 1926
Antlaşması’nın geçerliliğini yitireceği ve ‘statüko ante’ye dönülerek
Musul ve Kerkük petrol alanları dahil olmak üzere Kuzey Irak bölgesinin Türk
toprağı olacağını" ABD’li generalin suratına haykırır. Türk Askeri
Ataşesi’nin, "ABD’nin kurmak istediği devlet Kürt Devleti mi yoksa
İkinci İsrail Devleti mi" sorusuna karşılık olarak Koramiral
Keatings, "yorum yok" demekle yetinir, pabucun pahalı
olduğunu görünce hemen oracıktan sıvışır!..
Merak ettiniz
değil mi bu Türk Askeri Ataşesi’nin kimliğini?.. YENİÇAĞ okurları çok
yakından tanır. Yıllardır Ege’deki adalarımızın Yunanistan tarafından nasıl
işgal edildiğini belgeleriyle ortaya çıkaran ve yılmadan mücadelesini sürdüren,
Millî Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri emekli Kurmay AlbayÜmit Yalım.
Yıllar önce,
bizzat kendisinden dinlediğim bu olayı yazmak için müsaadesini aldığım Ümit
Yalım ile, "Barzani’nin karşısında Türkiye çaresiz mi?"yi
konuştuk. Yalım, tarihi gelişimi sıraladıktan sonra" Bağımsız Kürt
Devleti" ifadesinin tamamen paravan olup Kuzey Irak’ta
kurulacak olan İkinci İsrail Devleti‘ni gizlemek için kullanıldığının
altını çizdi, "referandumun gerçekleşmesi ve bağımsız devlet
kurulmasına karar verilmesi halinde Türkiye ve İran, İkinci İsrail
Devleti ile komşu olacak"dedi. AKP iktidarının da Barzani’ye zemin
hazırladığını örnekleriyle anlatan Ümit Yalım şunları söyledi:
"Amerika,
Irak Savaşı sonrasında Saddam yönetimini devirdikten sonra,
Kerkük-Ürdün-Hayfa/İsrail Petrol Boru Hattını açmak istedi. Ancak Ürdün
Hükümeti boru hattını açmayı kabul etmedi. Amerika, Ürdün’ün açmadığı petrol
boru hattı yerine daha kolay bir yol seçti ve petrolün Türkiye üzerinden Akdeniz’e
çıkarılmasını sağladı. Tayyip Erdoğan ve AKP Hükümeti, boru hattını işletmeye
açarak Barzani yönetimine hayat öpücüğü verdi ve İsrail’in petrol maliyetlerini
düşürdü. Barzani, PKK terör örgütüne silah, mühimmat, yiyecek ve giyecek
desteği sağlıyor. Yani Türkiye üzerinden Akdeniz’e çıkarılan petrol, Mehmetçiğe
kurşun olarak geri dönüyor."
"Kuzey
Irak’ta İkinci İsrail Devletinin kurulması halinde Irak’ın güney bölgesinde
bulunan Şiilerin de İran ile birleşmesi kaçınılmaz bir durumdur. Böyle bir
birleşme bölgedeki gerilimi iyice artıracaktır" diyen Ümit Yalım,
Türkiye’nin haklarını nasıl savunabileceğini tane tane anlattı:
"Türkiye
ile Irak arasındaki sınırı belirleyen ve komşuluk ilişkilerini düzenleyen
Ankara Antlaşması, 5 Haziran 1926 tarihinde, Türkiye, Irak ve İngiltere
arasında imzalanmıştır. Antlaşmanın1’inci maddesi ile Türk-Irak hududu,
Milletler Cemiyeti’nin 29 Ekim 1924 tarihinde kararlaştırıldığı
şekilde (Brüksel Sınır Çizgisi) kesinleşmiştir. Kuzey Irak’ta bağımsız bir
devlet kurulması halinde1926 Ankara Antlaşması ile Milletler
Cemiyeti’nin 29 Ekim 1924 tarihli kararı ortadan kalkmış
olacaktır. Böyle bir durumda ‘statüko ante’ye dönülerek Musul ve
Kerkük petrol alanları dahil olmak üzere Kuzey Irak bölgesi yeniden Türk
toprağı olacaktır.
Türkiye ne
yapmalı?
Türkiye, 1926
Ankara Antlaşması’nın tarafları olan İngiltere ve Irak nezdinde diplomatik
girişimlerde bulunmalı, tarafları referandumun neden olacağı vahim sonuçlar
konusunda uyarmalı ve referandumun yapılmasına kesinlikle engel olmalıdır.
Türkiye,
İngiltere ve Irak’ın yeterli tepki vermemesi halinde 29 Mart 1946
Türkiye-Irak Dostluk ve iyi Komşuluk Antlaşması’nın 11’inci maddesinden
kaynaklanan hakkını kullanarak uygun tedbirlerle referanduma engel
olmalıdır. Anılan madde Türkiye’ye, Irak’ın ülke bütünlüğüne yönelik
hareketlere karşı engel olma yetkisi vermektedir.
Kuzey
Irak-Ceyhan boru hattı derhal kapatılmalı; Barzani’nin Türkiye’de bulunan
paravan şirketlerine el konulmalıdır.
1926 Ankara
Antlaşması’nın taraflarına, ABD ve Birleşmiş Milletler’e, Kuzey
Irak’ta referandum yapılması halinde Türkiye’nin "statüko ante"den
kaynaklanan hakkını kullanacağı diplomatik nota ile duyurulmalıdır."
Lozan’ı
beğenmeyenler!.. Her şey ortada… Haydi bakalım görelim sizi!..
28 Ağustos 2017 Pazartesi
MEVLİD-İ ŞERİF: "Demokrasi Şehitleri, Başvekil ADNAN MENDERES, Çalışma ve Maliye Bakanı HASAN POLATKAN, Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı FATİN RÜŞTÜ ZORLU" Aziz, Mübarek ve Mutahhar Ruhları İçin...
Saygı ve dua ile değerli ilgi ve bilgilerinize
ve inşallah teşriflerinize arz ediyorum.
ve inşallah teşriflerinize arz ediyorum.
İyi dileklerimle,
Samet Ocakoğlu
12 Ağustos 2017 Cumartesi
YASLI ADA, "Arttık yassı değil" derler!.. (Hürriyet Gazetesi: 12 Ağustos 2017-Cumartesi, GÜLDEN AYDIN)
Artık yassı
değil “derler!..”
GÜLDEN
AYDIN, 12 Ağustos 2017 - Son
Güncelleme : 12 Ağustos 2017
Hürriyet, 2015
Mayıs’ından bu yana şantiyeye dönen Yassıada’ya çıktı. Adnan Menderes ve
arkadaşlarının yargılanıp idama mahkûm edildiği 1’inci derece doğal, tarihi ve
arkeolojik sit alanı olan adada, devam eden “müze ve dört yıldızlı otel” yapı,
topografyayı tamamen değiştirmiş durumda.
Kınalıada
Platformu Kurucusu ve Sözcüsü Nurhan Çetinkaya ile birlikte bindiğimiz motor,
Yassıada’ya yaklaştıkça kuvvetli akıntının etkisiyle güçlükle ilerliyor. Adanın
silueti belirginleştikçe grilik de artıyor. Tıraşlanarak düzleştirilen tepesini
saran binalarla birlikte vinçler de yükseliyor. İnşaatın temel atma töreninde
dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Türkiye’nin Camp David’i olacak.
Arabuluculuk görüşmelerinin yapıldığı barış adasını, müze ve kongre merkezine
dönüştüreceğiz. Yeşil alan bugünkünden fazla olacak” dediği Yassıada’da toprağı
görmek neredeyse imkânsız. Kıyısı ve kayalıklarıyla birlikte 18 hektarlık ada,
yapılaşmanın yoğunluğu nedeniyle olduğundan çok daha küçük görünüyor.
‘GİRİŞ YASAK,
TERK EDİN’
Adanın yanaşmaya
uygun tek noktası, geniş bir kavis oluşturacak şekilde dolguyla genişletilmiş.
Henüz yapımına başlanmayan iskelenin yerine geçici bir yanaşma yeri yapılmış.
Yük gemileri hafriyat ve inşaat malzemeleri taşıyan kamyonları getirip
götürüyor. Hollanda plakalı bir araç tozu dumana katarak inşatların arkasında
kayboluyor. İki güvenlik görevlisinin yardımıyla Yassıada’ya nihayet ayak
basıyorum.
Üst taraflarda
hummalı bir çalışma devam ediyor. İki deniz feneri ile caminin minaresi de
neredeyse bitmek üzere. Menderes’in yargılandığı spor salonu, subay yatakhanesi
olduğunu tahmin ettiğimiz bina ve 19. yüzyılda İngiliz elçi Sir Henry Bulwer’in
yaptırdığı şatoya dokunulmadığını görüyorum. Adanın üst kısmında neler olup
bittiğini, Bizans eserlerinin son halini göremiyorum çünkü telsizden sertçe
uyarılan güvenlik görevlisi, “Adaya dışarıdan giriş yasak. Hemen terk etmeniz
gerekiyor” diyor.
GEÇEN YIL
BİTMESİ PLANLANIYORDU
Kültür ve Turizm
Bakanlığı ile imzaladığı anlaşmayla TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği),
adadaki tesisleri 30 yıl işlettikten sonra bakanlığa devredecek. İskelenin yanı
başındaki “Kültür ve Turizm Bakanlığı Yassıada Kültürel ve Turizm Amaçlı
Yatırım ve Hizmetleri İşi İnşaat İşleri” yazılı tabelada inşaatın bitiş tarihi,
“10.09.2016” yazıyor. Müteahhit firma MESA ve TOBB bünyesindeki mal sahibi GTİ,
bitiş tarihiyle ilgili bir açıklama yapmaktan kaçınıyor. Ancak alınan bilgiye
göre “Önümüzdeki aylarda tamamlanması planlanıyor.”
BÖYLE OLACAK!..
Yassıada’da
inşaat için yok edilen makiler yerine ağaçlar dikilip çimlendirilecek. 19’uncu
yüzyıldan kalma şato, Adnan Menderes’in yargılandığı spor salonu ve askeri
tesislerin bir bölümü de makette muhafaza edilmiş olarak görünüyor.
27 Temmuz 2017 Perşembe
Başta "Demokrat Parti" dava, manâ ve misyonuna asi olan cahillerden başlamak üzere: "nisyan (unutmak, akıl tutulmasına maruz kalmak) ile malûldür Hafıza-i beşer"
DEMOKRAT PARTİ CUMHURİYET
HALK PARTİSİ (CHP) İLE AYNI KÖKTEN GELMEZ…
CHP Genel Başkanı Kemal
Kılıçdaroğlu ‘Adalet Yürüyüşü’ adını verdiği Ankara-İstanbul arası bir
propaganda yürüyüşü yaptı. Karavanlar, ambulanslar, doktorlar eşliğinde yapılan
bu yürüyüş doğrusu benim hiç ilgimi çekmedi. Hatta bu yürüyüşü çok yersiz
buldum, kınadım. Öyle ya FETO olayı gibi cumhuriyet tarihimizin en kritik milli
mücadelemizi yapmışız, silahsız insanlarımız tanklara, darbeci askerlerin
tüfeklerine, ağır silahlarına göğüslerini siper etmiş ve darbeyi canları
pahasına önlemişler, 250 şehit ve 2150 gazi vermişiz. Devletimizi ordu, yargı,
üniversite, siyaset her yönden bir virüs gibi saran CIA destekli FETO Terör
Örgütü ile amansız bir mücadeleye başlamışız ve pek tabi olarak OHAL ilan
edilmiş, gözaltılar, yargılamalar yaşanırken, adalet adı verilen bu yürüyüş
kime hizmet etmiştir? Dedim ya bu yürüyüşü çok yersiz buldum ve hiç ilgimi
çekmedi. Ancak yürüyenler arasında bugünkü DP Genel
Başkanını görünce doğrusu üzüldüm. Demokrasi ile yönetilen bir
ülkedeyiz, muhalefet genel başkanları izin almak suretiyle istedikleri
propaganda yürüyüşlerini yapabilirler. Zaten bu yürüyüş de ülkemizdeki
demokratik yönetimin belgelerinden biri olmuştur. Çok şükür bir provokasyon
olmadan, kazasız belasız yürüyüş tamamlandı.
Yukarıdaki
girişten anlaşılacağı üzere, makalemizin ana teması DP ve CHP ilişkileridir. Bu
gün 27 Mayıs ve Yassıada’nın acısını tam anlamıyla çekmemiş ama Demokrat
Partiliyim diyen bazı kişilerin DP ile CHP’nin aynı kökten geldiklerini ve
temelde aynı felsefeye sahip olduklarını iddia ettiklerini hayret ile
görüyorum. Atatürk dönemi ve tek parti döneminde, DP’yi kuracak siyasetcilerin
CHP içinde görev yaptıkları doğrudur, zira o dönemde başka parti yoktur. Bu
bağlamda şunu da kesinlikle ifade etmeliyiz ki, DP’nin kurucuları olan Celal
Bayar’ın, Adnan Menderes’in, Refik Koraltan’ın ve Fuat Köprülü’nün siyasal
görüşleri ve felsefelerinin CHP ile en ufak bir benzerliği yoktur. Nitekim 7
Ocak 1946 tarihinde DP adında, CHP’den başka bir parti bu yüzden kurulmuştur. Ne demek istediğimi daha iyi ifade edebilmek için
izninizle Atatürk döneminden itibaren kısaca, siyasal yaşamımızdaki olayları
hatırlayalım ve bu günkü siyasal eğilimlerin geçmişteki orijinlerini
görelim.
TBMM’de görev yapmakta olan,
milli mücadele kahramanlarımızdan Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Cafer
Tayyar, Hüseyin Rauf Orbay ve 28 arkadaşı 1924 yılında ‘Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası’ adını verdikleri bir parti kurdular. Bu partinin o zamanki
adıyla nizamnamesinin 6. Maddesi şöyle idi.
“Madde 6: Fırka, efkâr ve itikadı diniyeye hürmetkârdır.”
Halk Partisi bu maddeye
şiddetle tepki gösterdi. Bu madde laiklik prensibine uymaz, dendi. Halk
Partisine göre, bu madde ile doğrudan doğruya irticaya taviz veriliyordu. Kısa
bir süre sonra yeni partinin nizamnamesinin 40.
Maddesi de eleştiri
oklarından nasibini aldı.
“Madde 40: Serapa muhtacı imar olan bir memlekette yalnız kendi servet
ve sermayesiyle yaşamak fikrinin doğru olmadığına kaniiz. Bunun için yabancı
sermayeye muhtacız. Temini asayişle, teessüsü süku ve istikrar ile harici
sermayelere gösterilecek hüsnü kabul ile, herkes telkini itimat ederek, bu
sayede harap memleketimizi sert adımlarla inkişaf ettireceğiz.”
Halk Partisine göre, 6. Madde
irticayı davet ediyor, 40. Madde de memleketi yabancılara satıyordu. Halk
Partisi yeni partinin isminden de rahatsız oldu ve Kütahya milletvekili Recep
Peker’in önerisiyle isimlerinin başına cumhuriyet kelimesini getirdiler.
Bazı anlatımların aksine
Atatürk yeni partinin kuruluşundan büyük memnuniyet duymuştur. Bir muhalefet
partisinin olması ve eleştiri çığırının açılması zaten Atatürk’ün çok arzuladığı
bir uygulama idi. Ama CHP safındaki özellikle İsmet Paşa, Recep Peker yeni
partiden dolayı adeta isyan halinde idiler. Nitekim kısa bir süre sonra İsmet
Paşa başbakanlıktan istifa eder ve Ali Fethi Okyar yeni başbakan olur. Yeni
parti, bir taraftan CHP tarafından sürekli ağır bir şekilde tenkit edilirken,
diğer taraftan Atatürk tarafından desteklenmektedir. Atatürk kendisini ziyaret
eden yeni parti mensuplarından Dr. Adnan Adıvar ve Ali Fuat Cebesoy’a şu
sözleri sarf eder,
“Türkiye’mizde partiler ve parlamento hayatının
başlamasından memnuniyet duyuyorum. Birbirlerini kontrol edecek fırkaların
mevcudiyetini hâkimiyeti milliye ve bilhassa cumhuriyeti idareye malik bir
memleket için tabii görmekteyim. Cumhuriyet Halk Fırkası ile manevi rabıtamı muhafaza
etmekle beraber, bir Reisicumhur olarak muhafaza etmeyi esas kabul
ediyorum.”
Bu arada Meclis’te bütçe
müzakerelerinde CHP’ye akıl dolu tenkitlerde bulunan Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası mensuplarından Ardahan mebusu Halit Paşanın, etrafı Afyon mebusu Ali
Çetinkaya, Kozan mebusu Ali Saip, Cebelibereket mebusu Avni, Gaziantep mebusu
Ali Kılıç, Elaziz mebusu Hüseyin, Rize mebusu Hüseyin ve Rize mebusu Rauf
tarafından çevrilir ve çıkan kavgada Halit Paşa öldürülür. Fakat olay sıradan
bir adliye olayı kabul edilir ve ört bas edilir.
13 Şubat 1925 tarihinde
Doğuda Şeyh Sait isyanı çıkar. 2 Mart’ta toplanan
CHP grubu, Fethi Okyar hükümetinin isyanla ilgili aldığı tedbirlerin yetersiz
olduğunu, sadece doğuda değil bütün yurtta tedbir alınması gerektiğini, isyanın
Terakkiperver Cumhuriyet fırkasının ‘efkâr ve dini itikatlara hürmetkârız’
cümlesinin tahriki üzerine başladığını ve bundan dolayı da yeni partinin derhal
kapatılması gerektiğini, ileri sürerler. Fethi Okyar yaptığı cevabi
konuşmasında, ‘olaylar nerede çıkmışsa orada önlem almak gerektiğini vurgular
ve ekler,
“Bende Müslümanım ve dinime hürmetkârım. Hanginiz
efkâr ve itikadatı diniyeye hürmetkâr değilsiniz. Doğudaki isyanın hakiki
mesulü Recep Peker’dir. Dâhiliye Vekâletinde bulunduğu devre içindeki
idaresizliği dolayısıyla memlekette bir Kürdistan meselesi çıkarmıştır. Recep
Peker şarkta (doğuda) takip ettiği siyaset dolayısıyla burada yaşayan insanları
isyan edecek hale getirmiştir. Şimdi kalkmış burada beni tenkit ediyor. Erkânı
Harbiye Umumi Reisi (Genel Kurmay Başkanı) ile görüştüm. Aldığımız tedbirler
kâfidir. Fazlasına lüzum yoktur. Lüzumsuz şiddet hareketleriyle ben ellerimi
kana boyayamam…”
Bu konuşmadan sonra
Fethi Okyar 60 oy’a karşılık 92 oy’la başbakanlığı İsmet Paşaya devreder ve
Recep Peker de Milli Müdafaa Vekili olur. İsmet Paşa ve Recep Peker
önderliğindeki CHP’nin ilk işi ünlü ‘Takriri Sükûn Kanunu’nu Meclis’e getirmek
olur. Takriri Sükûn kanununun metni şudur,
“Madde 1: İrtica ve isyana ve memleketin
içtimai nizamıyla huzur ve sükûneti ve emniyet ve asayişini ihlale bahis
bilumum teşkilat ve tahrikât ile teşebbüsat ve neşriyatı hükümet resen ve
idareten men’e mezundur. İş bu ef’al erbabını hükümet, İstiklal Mahkemelerine
sevk edebilir.
Madde
2: İşbu kanun neşri tarihinden itibaren iki sene müddetle mer’idir.”
Kanun Meclis’te tartışılır.
Kanunun dönemin Anayasası Teşkilatı Esasiye Kanununa aykırı olduğu izah
edilmeye çalışılır. Rauf Bey (Rauf Orbay), ‘doğuda
küçük bir kasaba şeyhi tarafından çıkarılan bir isyan var, ama siz cumhuriyetin
tehlikede olduğunu ileri sürerek ülke çapında, temyizi dahi olmayan, kararları
üç kişinin iki dudağı arasında olan divanı harpler kurup tüm ülke çapında baskı
rejimine gidiyorsunuz’ der. İstiklal Mahkemeleri, İstiklal Harbinde
kurulmuş, çalışmış divanı harplerdir. Rauf Orbay,
“Biz Şeyh Sait’e karşı İstiklal Harbi mi yapıyoruz?
İsmet Paşa İstiklal Mahkemelerini istediklerini yapmak için bir alet olarak
kullanmak istiyorsa pek ziyade yanılıyorlar.”
Der. Söz alan Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası mebuslarından Halis Turgut Bey,
“Bu isyanın 2 ay bile devam etmesi mümkün değildir. Bu
derece ağır bir kanunun 2 sene devam ettirilmesi başka gayeler taşımaktadır. Bu
gibi yanlış hareketler cumhuriyet tarihimizin geleneklerinde kötü izler
bırakacaktır.”
Söz alan Recep Peker matbuata
(basın) ağır hakaretlerde bulunur,
“Bu matbuat, o hale gelmiştir ki, her sabah
sütunlarında milletin yüzüne fışkıran saralı ifrazat, masum halka mütemadiyen
devlet kuvvetinin itibara layık olmadığı fikrini aşılamıştır.
Meclis kayıtlarında bulunan
bu cümleler Halk Partililer tarafından alkışlarla karşılanır. En son İnönü
kürsüye gelir ve tartışmalara noktayı koyar,
“Emniyet ve asayişi temelinden muhafaza etmek,
kuvvetlendirmek için bütün kanunlar gibi İstiklal Mahkemeleri de bir vasıtadır.
Vaziyetin icaplarına göre daima tedbir alınacaktır.”
(27
Mayıs 1960 darbesinden sonra, İstiklal Mahkemeleri uygulaması yumuşatılarak,
bir varyasyon olarak Yassıada’da tekrar sahnelenecektir.)
Meclisteki
tartışmalar devam ederken Kazım Karabekir Paşa bir konuşma yapar ve sözlerini
şu cümleler ile bitirir,
“Yirminci asırda zan ve
vehimle millet idare edilemez.”
Bu
tartışmalar cereyan ederken Meclis’e, CHP tarafından bir kanun taslağı daha
verilir. Bu kanun taslağına göre,
İstiklal Mahkemelerinin vereceği idam kararları TBMM tasdikinden
geçirilmeyecek, sadece hükümetin tasdiki ile infazlar yapılacaktır. Tüm bu
teklifler Meclis’te tek parti hâkimiyetine sahip olan CHP oyları ile alkışlar
arasında kabul edilir. İlginçtir isyan o günkü
tabiri ile şarkta ama bu kanun teklifi ve kabulünün ertesi günü İstanbul’da
Tevhidiefkar, Son Telgraf, İstiklal, Sebilürreşat ve Aydınlık Gazeteleri
süresiz olarak kapatılırlar. Basın tarihine meraklı olanlar bu olayı ayrıntılı
inceleyebilirler. Bu olayın ardından da anında kurulan İstiklal Mahkemeleri bir
beyanname yayımlar,
“Cumhuriyet halkı, takriri sükûn arzusu
taşımaktadır. Fevkalade emirlere riayet etmeyenler, cumhuriyet halkının takriri
sükûn arzusunu temsil eden mahkemelerimizi derhal karşılarında bulacaklardır.”
Matbuat
susturulmuş ve ülkede bir korku havası yaratılmış ve sıra esas işe gelmiştir. Henüz üç aylık bulunan ve daha memleketin 3-4 vilayetinde
şubesi bulunan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına ani bir gece baskını yapılır.
Ne kadar evrak varsa çuvallara doldurulup emniyet merkezlerine getirilir.
Diyeceksiniz ki, doğuda isyan var, ama hala yeni kurulmuş, örgütlenmesini bile
tamamlamamış bir parti ile CHP niye bu kadar uğraşıyor? Bunun sebebi açıktır,
Atatürk partiler üstü kalacağını muhtelif konuşmalarında ifade etmiştir. Ancak
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının ağır toplarından Kazım Karabekir, Hüseyin
Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Atatürk’ün İsmet Paşadan daha yakın
arkadaşlarıdırlar ve tıpkı Celal Bayar gibi bir şekilde kendisinin yerine
başbakan olabilirler. Ayrıca yeni parti dikkati çekecek şekilde halktan ilgi
görmektedir. Dolayısıyla bu isimlerin bertaraf edilmesi şarttır. Nitekim
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının genel merkezine yapılan baskında, suç
teşkil edecek hiçbir evrak bulunamamasına rağmen İcra Vekilleri Heyeti
(Bakanlar Kurulu) 3 Haziran 1925 tarihli toplantısında şu kararı alır.
“Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkasının programında mevcut ‘efkar ve itikadatı diniyeye hürmetkar olmak’
esasını irticakarhane tahrikata vesile ittihaz eden bazı eşhasın tahrikat
yaptıkları sabit olmuş ve fıkranın kanuni vaziyeti hakkında hükümetin
dikkatinin çekilmesine müttefikan karar verildiğine dair mahkeme kararı
müddeiumumilikten hükümete tebliğ olunmuştur. Vatandaşın aldatılmaktan ve
tahrikten korunması için Terakkiperver fırkanın faaliyetten men’i
Hükümetin artık müsamaha
edemeyeceği vazifeler arasına girmiştir. Binaenaleyh bu kararnamenin tebliği tarihinden itibaren
Takriri Sükûn Kanunu ahkâmına tevfikan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının
bilcümle merkez ve şubeleri, alakalı hükümet memurları tarafından
kapatılacaktır.”
Böylece yakın gelecekte DP olarak temayüz edecek olan anlayışı,
zihniyeti içeren cumhuriyetimizin ilk muhalefet partisi tarihe karışmış
oluyordu. Suçu dini inançlara saygılı olması ve yabancı sermayeye açık
olmasıdır.
Takriri
Sükûn Kanunu 2 yıl süre ile çıkmasına rağmen, 13 Şubat 1925’de başlayan Şeyh
Sait isyanı, 2 ayda 15 Nisan 1925’de tamamen bastırılır. Diyarbakır İstiklal
Mahkemesinde 389 kişi mahkeme edilmiş, bunlardan 49’u idama mahkûm olmuştur.
İsyanla hiç ilgisi olmayan Ankara İstiklal Mahkemesi gazeteci Hüseyin Cahit
Yalçın’ı müebbet sürgün cezasına çarptırmıştır. Suçu Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası genel merkezinde yapılan ani aramaları, gazetesi Tanin’de baskın diye
yazmasıdır. Ayrıca İstanbul’da bulunan 14 gazeteden 8’i de kapatılır. Açık kalan 6 gazete de varlıklarını
Başbakan İnönü ve hükümete sürekli dalkavukluk yaparak sürdürürler. Örneğin 18
Temmuz 1925 günü çıkan Hür Fikir gazetesinin yazı işleri müdürü Kılıçzade Hakkı
Beyin yazısı,
“İsmet Paşa Hazretleri bana
seyahatim hakkındaki intibalarımı sordular. Kendisine dedim ki, ‘Eseriniz olan
Takriri Sükûn Kanunu bir mucizedir ki, Mesih İbni Meryem’in maruf ekmek ve
balıklarından ziyade halkı doyurmuştur. Bu mucizevi kanunun sayesindedir ki,
Türk Vatanı bu güne kadar görmediği asayişe nail olmuştur. Dört sene daha
uzatılmasını rica edeceğim.”
Hâlbuki
Takriri Sükûn Kanunu da, İstiklal Mahkemeleri de 2 ay içerisinde tamamen
bastırılan yöresel Şeyh Sait isyanı için çıkarılmıştır. İsyan bastırılmış ama
kanun hala yürürlüktedir, mahkemeler de işlemektedir. Başbakan İsmet İnönü 9
Kasım 1925 günü TBMM’de yaptığı konuşmada şu sözleri sarf eder,
“İstiklal Mahkemelerinin faaliyetleri
bilhassa hayırlı ve feyizli olmuştur.”
Tek
muhalefet Partisinin kapatılmasını da hayırlı telakki eden İsmet Paşa,
gelişmelerden çok memnun görünmektedir. İstiklal Savaşımızın liderlerinden Ali
Fuat Cebesoy anılarında şunları yazmıştır,
“Birinci Büyük Millet
Meclisinde ne kadar tanınmış muhalif varsa hepsi birer bahane bulunarak
İstiklal Mahkemelerine getirilmiş ve bunların ekserisi birer surette
cezalandırılmışlardı. İstiklal Mahkemelerinin en mühim icraatı muhalefeti ve
basını susturmak ve ortadan kaldırmak olmuştur.”
İşte bütün bu işleri yapanlar, 2017 yılında devleti ele
geçirmesine ramak kalan FETO işgal hareketini canları pahasına bastıranları ve
müsebbiplerini tespit etmek ve yakalamak için çıkarılan OHAL kanununu sürekli
eleştiren Cumhuriyet Halk Partililerdir.
Bazı kişiler 250 şehidimizi görmeden, uydurma bir havadis olan kesik başın
esrarı ile uğraşmaktadırlar. Vatan uğruna ölen bu insanlarımıza şehit bile
diyemeyen ama darbeye danışıklı dövüş muamelesi yapan, vatan sevgisinden
nasibini almamış bu kişiler birer utanç abidesidirler.
7
Mayıs 1926’da Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal’e karşı düzenlenmiş bir suikast
girişimi ortaya çıkarılır. Bir ihbar üzerine, suikastçılar Ziya Hurşit, Çopur
Hilmi, Laz İsmail, Gürcü Yusuf derhal yakalanırlar, İstiklal Mahkemelerinde
yargılanırlar ve 15 kişi ile birlikte asılırlar. Mustafa Kemal Atatürk ünlü
sözlerinden birini İzmir suikastı olayından sonra sarf etmiştir,
“Benim naçiz vücudum bir gün
elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.”
Ancak
menfur suikast olayı ile başlayan yargılamalar, infazlar kolay kolay durmaz. Daha 1919 da elinde, Mustafa Kemal’in askerlikten
çıkartılması ve tutuklanması ile ilgili padişah fetvası ve koskoca bir
kolordusu bulunduğu halde, Mustafa Kemal’i tutuklamayan, Erzurum Kongresinde de
emrinde çalışacağını ifade eden, İstiklal Mücadelemizin kilit liderlerinden
Kazım Karabekir Paşa, Mustafa Kemal’in Harbiye’den arkadaşı ve çok defa mektep
tatillerini birlikte geçirdikleri Ali Fuat Cebesoy, İstanbul’a ilk giren
kumandan Refet Bele, Cafer Tayyar Paşa, Rüştü Paşa, Garp cephesi kumandanı Ali
Fuat Paşa, İsmail Canbulat, Sabit, Necati, Halis Turgut, Hilmi Bey, yine
Mustafa Kemal’in arkadaşı Türkiye’nin ilk başvekili Rauf Orbay dâhil birçok
Türkiye’nin medarı iftihar şahsiyeti, sanki suikast ile ilgileri varmış gibi
İstiklal Mahkemelerinde yargılanırlar. Tüm bu şahsiyetler Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
mensubudur ve bu yargılamalarla itibarları yerle bir edilmeye çalışılmıştır.
Ayrıca İttihat ve Terakkicilerden Maliyeci Cavit Bey, Dr. Nazım gibi
şahsiyetlerde yargılanıp idam edilirler. Karabekir Paşa beraat ederken, Rauf
Orbay gıyabında 10 yıl kürek cezasına mahkûm edilmiştir. Dr. Rıza Nur, Rauf
Orbay gibi birçok İstiklal Savaşımızın önemli şahsiyeti yurt dışına kaçmak
zorunda kalmışlardır.
İstiklal Mahkemelerinin kararları ünlü 3 Alinin, Kel Ali (Ali
Çetinkaya), Kılıç Ali ve Ali Saip Ursavaş’ın iki dudağı arasındadır. Bazen tipini beğenip, genç, yakışıklı deyip idamından
vazgeçtikleri, bazen de görür görmez suçlu olduklarına kani olup idam hükmü
verdikleri birçok insan olduğunu, tarih kitaplarından öğreniyoruz. Bu
mahkemelerin temyizi de yoktur. Zaten bunlar mahkeme değil bir çeşit divanı
harptir.
SERBEST CUMHURİYET FIRKASI
İsyan,
suikast derken, tüm muhalefet ekarte edilmek suretiyle 1930 yılına gelinmiştir.
Ancak Gazi Mustafa Kemal muhalefetsiz bir tek parti hükümetinden rahatsızdır,
nitekim 1930 yılında yeni bir, muhalefet partisi denemesini organize eder.
Paris Büyükelçisi eski başvekillerden Ali Fethi Okyar’ı parti kurmakla
görevlendirir ve böylece Serbest Fırka kurulur.
Fethi bey Atatürk ile uzun uzun konuştuktan sonra 8 Ağustos 1930 günü
gazetecilere şu beyanatı verir. Beyanatın özünden Gazi Hazretlerinin İsmet
Paşadan hayli şikâyetçi olduğu anlaşılıyor. Zira böyle olmasa Fethi Bey asla
böyle bir beyanat veremezdi,
“Anlaşılıyor ki, Gazi Paşa
Hazretleri, İsmet Paşa Hükümetindeki murakabesizlikten ve idaresizlikten
bıkmıştır. Benden yeni bir fırkanın (parti) kurulmasını istiyor. Bana yapılan
bu teklifi bende kabul ettim. Kuracağım fırkanın yüksek nezareti ve idaresi
yine Gazi Paşanın elinde olacaktır. Gazi, Halk Partisinden ayrılmamakla beraber
benim fırkamın da mürevvici olacak ve adayların tasvibi de onun yüksek
tasdikinden geçecektir. Ayrıca fırka için lüzumlu parayı da vermekte ve
Meclis’ten 70-80 mebusun da bizim fırkamıza geçmesine müsaade etmektedir.”
CHP cephesinde büyük bir
telaş başlar. Yalova’ya İsmet Paşa dâhil birçok bakan gider ve Gazi
Hazretlerini bu işten vazgeçirmek isterler ama nafile, Gazi Paşa kararlıdır.
Hatta Gazi Paşa yeni partiyi güçlendirmek için kardeşi Makbule Atadan’ı ve en
yakınlarından Kütahya mebusu Nuri Conker’i de yeni partiye sokar. Parti ilk
şubelerini İstanbul, İzmir ve Aydın’da açar. AYDIN ŞUBESİ İL BAŞKANI 30 YAŞINDAKİ ADNAN MENDERES’DİR.
İşte Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile vücut bulan
ve Serbest Fırka ile devam eden DP çizgisi budur, bu çizginin CHP ile uzak
yakın bir ilgisi yoktur. Hatta bu hareket, CHP’ye karşı liberal, demokrat,
halkçı, laik siyasetçiler tarafından oluşturulmuştur. Serbest fırkanın esas adı
Serbest Laik Cumhuriyet Fırkasıdır.
4 Eylül 1930
günü Fethi Bey ilk mitingini yapmak üzere vapurla İzmir’e gider. Fethi bey
İzmir’de gördüğü muazzam ilgiye kendisi bile inanamaz. İzmir valisi Kazım
Dirik, Fethi beyi konuşturmamak ister. Emir Ankara CHP Genel Merkezinden
gelmiştir. Ayrıca 200 kişiden müteşekkil, Fethi Bey aleyhine tezahürat yapacak
bir grup oluşturulmuştur. Kürsüye Fethi beyin yerine Adliye Vekili Mahmut Esat
Bey çıkartılır. Halk bu provokatif oyunlar üzerine galayane gelir, Halk Partisi
binası önünde toplanırlar. Çıkan olaylarda çocuk yaşlarda bir genç ölür. Ölen
genci kucağına alan babası Fethi beyin önüne gelir ve şu sözleri sarf eder,
“İşte sana bir kurban! En aziz varlığımı
cansız olarak önünüze seriyorum. İcabında kendi canımı da vermeye hazırım!
Başka kurbanlar da vermeye hazırız! Yalnız sen bu memleketi kurtar! Zalimlerden
bizi koru.”
Babanın sözleri çok
acıdır. Serbest Cumhuriyet Fırkası İzmir
mitingi olayları hakkında çok yazılıp çizilmiştir. Köylünün yanına sadece askere almak veya
vergi toplamak için gönderilen jandarma, karasaban ve kağnılarla yapılan tarım,
ülkede şeker ihtiyacının bile karşılanmadığı yokluklar, trahom, tifüs, verem
gibi salgın hastalıklar ve sağlık hizmetlerinin yetersizliği bu sahneleri
doğurmuştur. Fethi bey İzmir’den sonra Aydın, Manisa ve Balıkesir’ de gider.
Her gittiği yerde bir kurtarıcı gibi karşılanır. Tıpkı Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası girişiminde olduğu gibi, Serbest Cumhuriyet Fırkası girişimine de halk
dört elle sarılmak istemektedir. Ama heyhat, Halk Partililer Serbest Cumhuriyet
Fırkasının gördüğü büyük ilgiden son derece rahatsız olurlar ve Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkasına karşı kullandıkları aynı taktiklere başvururlar. Fırka
gericidir ve bu fırka varlığı ile irtica tehlikesini hortlatmaktadır.
15 Kasım 1930 günü yeni
belediye seçimleri Meclis’te görüşülürken Fethi Bey kürsüden şu sözleri sarf
etmek ihtiyacını duymuştur,
“Arkadaşlar! Ahalinin reyini Serbest
Cumhuriyet Fırkasına vermesini irtica diye tefsir edenler, halkın en tabii
hakkı bulunan reylerini inhisar altına almak isteyenlerdir. Unutmayınız ki,
Serbest Cumhuriyet Fırkası Gazi Hazretlerinin tasvip ve teşvikiyle meydana
çıkmıştır.”
Ne kadar ilginç değil mi,
günümüzde de aynı zihniyet hala irtica tehlikesini işlemekte ve rakiplerini
mürtecilikle suçlamaktadır. Bitmek tükenmek bilmeyen bir irtica kuruntusu ve
bir türlü gelmeyen şeriat yönetimi… Hiç düşünmezler bu devirde kim Diyanet
İşleri Başkanlığını kapatıp Şeyhülislam’ı getirecek veya hâkimleri kaldırıp
kadılara görev verecek?
Meclis’te Fethi
beye karşı saldırılar dozunu gitgide artırırken, Fethi beyin ve partisinin
gördüğü ilgi tedirginlik yaratır. Konuyu Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’e
nasıl naklettilerse, Cumhurbaşkanının da olaylardan rahatsız olduğu haberi
Fethi beye ulaşınca, Fethi bey Dâhiliye Vekâletine bir mektup yazarak partisini
kapatmak zorunda kalır,
“Büyük Gazimiz Mustafa Kemal
Hazretlerinin teşvik ve tasvibi ile Serbest Cumhuriyet Fırkasını teşkil
etmiştim. Şimdi Serbest Cumhuriyet Fırkasının feshine karar verdim. Bu karar
fırka teşkilatına tebliğ edilmiştir. Keyfiyeti arz ederim efendim.”
Tarihi ve Kadim “DEMOKRAT
PARTi”nin
Ayak Sesleri
Ayak Sesleri
Böylece ilerde Demokrat Parti
olarak belirecek liberal, halkçı, demokrat, laik zihniyet; İtalya’daki
Mussolini, Almanya’daki Hitler anlayışını esas almış görünen tek parti, Milli
şef devletçi zihniyeti tarafından bir kere daha durdurulmuştur. İlerde DP ve CHP olarak amansız
bir mücadeleye girecek bu iki zihniyet birbirine asla karıştırılmamalıdır. Zira Atatürkçü olan DP’dir, Atatürk’ü unutturmaya çalışan da
CHP’dir. Eğer
CHP, söz ettiğimiz bu iki fırka girişimini önlememiş olsaydı, daha o tarihlerde
mutlaka seçimleri kaybedip iktidarı teslim edecekti. Türk demokrasisi de 25 yıl
önceden çok partili sistemle tanışacak ve olgunlaşma sürecine daha erken
girecekti.
10 Kasım 1938’de Atatürk’ü
kaybettik.
Akabinde Halk Partililer
tarafından, CHP’nin değişmez genel başkanı ve Ebedi Şef Atatürk’e nazire gibi
Milli Şef yapıldı. Rahmetli Atilla İlhan Atatürk’ün ölümünden bir gün sonra
İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesini mantıken bir türlü benimseyememiş ki,
şu cümleleri sarf etmiştir (Hikmet Özdemir, Devlet Krizi TC Cumhurbaşkanlığı
Seçimleri),
“Babıali Baskını neyse
İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesi de odur. Ordu ağırlığını koymuş ve tamamiyle
iktidardan tasfiye edilmiş olan İnönü cumhurbaşkanı seçilmiştir.”
1939 da başlayan
2. Dünya Harbi’nin de etkisiyle Türkiye’de tam bir sefalet dönemi yaşanır. Orta
Anadolu’da açlık vardır. Ekmek, hatta kefen bezi bile karneye başlanmıştır.
Türkiye harbe girmemiş ama harbe giren ülkelerden daha fazla sıkıntıya
düşmüştür. Tek Parti Milli Şef CHP yönetimi devam etmektedir. Bu yönetimin
kararları, uygulamaları akıl alacak gibi değildir. Örneğin ülkede şeker
ihtiyacı karşılanmıyor ve şeker 26 kuruş, çare olarak 15 Kasım 1942’de
çıkartılan kararname ile şekerin fiyatı 500 kuruşa çıkarılıyor. Bu tuhaf
karardan 1 ay sonra Varlık Vergisi uygulamasına geçiliyor. Ardından
gayrimüslimlere zorunlu ve süresi belli olmayan askerlik uygulaması geliyor.
Gelirlerinden çok varlık vergisi talep edilen ve bu vergiyi ödeyemeyen
gayrimüslimler Aşkale çalışma kamplarına sevk ediliyorlar. Nazivari bir
uygulama. O dönemde basın özgürlüğünden bahsetmek söz konusu değildir.
Gazeteler bir bakanın telefonu ile süresiz kapatılmaktadır.
Savaş 1945 yılında demokratik
devletlerin galibiyeti, diktatörlükle yönetilen devletlerin ise mağlubiyeti ile
sona erer. Galip devletler (müttefikler) dünyaya yeni bir düzen vermek üzere
ABD San Francisco kentinde toplanırlar. Bu devletler Meclis’lerinde muhalefet
partileri bulunan ülkeleri demokratik addetmektedirler. Böylece CHP ve İnönü
için artık parti kapatma yolu tıkanmıştır.
DÖRTLÜ TAKRİR VE “GERÇEK DEMOKRATLARIN” DEMOKRASİ
TALEPLERİ
7 Haziran 1945 günü, CHP
içindeki liberal kanat milletvekillerinden Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat
Köprülü, Refik Koraltan bütçe müzakereleri sırasında, hükümete yönetimi
eleştiren bir takrir verirler. Takrir son derece akılcı
ve masumdur. Takrir, hükümetin Meclis tarafından denetlenmesi, vatandaşların
hak ve hürriyetleri Anayasa çerçevesinde daha iyi kullanabilmesi, çok partili
hayata geçilmesi gibi demokratik talepler içermektedir. Ancak eleştiriye hiç
alışık olmayan CHP Hükümeti bu takrire şiddetle tepki verir. Menderes,
Koraltan, Köprülü partiden ihraç edilirler. Celal Bayar’da önce
milletvekilliğinden sonra da CHP’den istifa eder.
DEMOKRAT PARTİ
8 Temmuz 1945
günü, müteahhit Nuri Demirağ ‘Milli Kalkınma Partisi’ni kurar. 7 Ocak 1946 günü de Takrir
yüzünden CHP’den ayrılan bu dört isim Demokrat Partiyi kurarlar. Başta
Menderes olmak üzere Demokrat Parti kurucuları, tek parti dönemi olduğu için
CHP içinde siyaset yapmaktaydılar. Yoksa toprak reformundan, karma ekonomiye,
din hürriyetinden, sosyal, siyasal hürriyetlere kadar DP’nin felsefesi, buraya
kadar yazdıklarımızdan da anlaşılacağı gibi CHP’ye hiç benzemez.
CHP’NİN ALÇAKLIK VE KÜSTAHLIĞI: “AÇIK OY
GİZLİ SAYIM”
DP kurulur kurulmaz tıpkı Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkaları gibi büyük ilgi görmeye
başlar ve CHP’de bu ilgiden son derece rahatsız olur ve DP’nin bir şekilde
önünü tıkamaya çalışmaya başlar. İlk girişimleri Belediye Seçimlerini öne almak
olur. Teşkilatlanmasına yeni başlamış olan DP bu seçimlere giremez. Daha sonra
1947’de yapılması gereken genel seçimler de erkene alınır. Çünkü DP gördüğü
büyük ilgiye rağmen yeni bir partidir ve teşkilatlanmasını tamamlamamıştır. DP,
tarihimize yüz kızartıcı derecede hileli seçimler olarak geçen 1946 seçimlerine
katılır. CHP’nin uygulattığı yöntem acayiptir. Açık oy, gizli sayım, oyunuzu
açık olarak kullanıyorsunuz ve sayımı devletin mülki amirleri gizli olarak
yapıyorlar. Seçimlerde birçok bölgede sandıklar kaçırılıp saklanmıştır. Seçim
sonuçları açıklandığında DP tarafında haklı bir öfke hâkim olur. ‘SİNE-İ
MİLLET’ ifadesi ilk defa o gün söylenmiştir. DP, CHP iktidarını tanımama kararı
alır. Ancak Celal Bayar bu fikre sıcak bakmaz.
Kurulduktan 7 ay sonra
yapılan bu hileli Seçimlere rağmen DP 62 milletvekilini Meclis’e sokmayı
başarmıştır. CHP’nin 397 milletvekili vardır. Cumhurbaşkanlığı seçimini de bu
sonuca göre CHP’nin adayı İsmet İnönü kazanır. DP’nin adayı Mareşal Fevzi
Çakmaktır.
Sonuçta CHP, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını, ardından Serbest
Cumhuriyet Fırkasını ve nihayet 1946 hileli seçimleri ile de Demokrat Partiyi
durdurmuş oluyordu. Ancak 1950’de bu bel
altı vuruşlar sökmeyecektir ve söz milletin olacaktır. Böylece asker, bürokrat
saltanatı, iktidarı milli iradeye, yani DP’ye teslim edecektir.
Türkiye Cumhuriyeti siyaset tarihinde, Türkiye’ye en büyük zararı veren
olay 27 Mayıs 1960 darbesi felaketidir. 27 Mayıs bir depremdir, bir afettir. Eğer 27 Mayıs bu güne
kadar masaya yatırılıp yargılansaydı, 15 Temmuz kanlı darbe girişimi de
olmayabilirdi. 27 Mayıs’ın yargılanmasından en büyük zararı görecek unsur
CHP’dir. Çünkü alenen 27 Mayıs’ın arkasındadır.
27 Mayıs temelde CIA desteklidir. Bu darbeyi çekirdek kadrosu teğmen, yüzbaşı
seviyesinde 33 subay ve 5 generalden oluşan bir cunta (çete) yapmıştır. Darbeden sonra bu genç
subaylar üstlerine yani albaylara, generallere emirler dağıtmışlardır ve
komutanlar bunların önünde esas duruşta emir dinlemişlerdir. Tıpkı 15 Temmuz
2016 girişimindeki askeri yapıda olduğu gibi. Emir veren imam ast subay, emir
alan tuğgeneral... 27 Mayıs’ın arkasındaki entelektüel sermaye CHP çevresi,
bazı yazar ve gazeteciler ile dönemin üniversite hocalarıdır. Bu bakımdan
CHP’nin adalet yürüyüşü adını verdiği girişimini şahsen şiddetle eleştiriyorum.
Ne yani FETO yapılanmasının üstüne devlet gitmesin mi?
27 Mayıs darbesinin yapıldığı
günler dikkatle incelenecek olursa, 27 Mayıs’ın ciddi bir entelektüel boşluğu
olduğu hemen görülür. Darbenin
ertesi günü ne yapacaklarını bilmeyen darbeci askerlerle karşılaşırsınız.
Ama bu entelektüel boşluğu ne
yazık ki CHP doldurmuştur. Bu arada dikkatli bir göz suflörlük yapan ABD
ve NATO önerilerini fark eder. Hazırlıksız,
programsız ülkeyi ele geçiren maceracı subaylar, CHP’lilerin coşkun
tezahüratları karşısında kasım kasım kasılırlarken, her biri kendini bir
Atatürk telakki ederken, meşruiyet (yasallaşma) sorununu akıllarına bile
getirmiyorlardı. Zira İstanbul Üniversitesi Rektörü Ordinaryus Profesör Sıddık
Sami Onar, Profesör Hüseyin Nail Kubalı meşruiyet konusunda şu ifade de
bulunuyorlardı (Abdi İpekçi, Ömer Sami Çoşar İhtilalin İçyüzü)
“Meşruiyet ihtilalinizdir. Hukukun hiçbir
önemi yok, ne isterseniz yapın, güç sizde…”
Yassıada zulmüne
de, Yassıada Mahkemelerine de, Türk halkını derinden yaralaya o menfur
infazlara da bahsettiğimiz, darbenin
akıl hocalığına soyunan CHP’li kesim sebep olmuştur. DP ile CHP aynı
kökten geliyor demek tamamen bu gerçekleri görmemekten, yani bir nevi
bilgisizlikten kaynaklanır. Menderes ve 2 bakanını astıran bu zihniyetin DP
zihniyeti ile uzak yakın alakası yoktur. DP 1950 yılında iktidara geldiği zaman
ilk kullandıkları cümle, ‘Devri sabık yaratmayacağız’dır.
Darbeciler ve
destekçileri halkın sevgilisi Menderes’i her ne olursa olsun ortadan kaldırmayı
baştan beri kafalarına koymuşlardı. Zira onlara göre, Menderes serbest
bırakılırsa tekrar seçim kazanır ve memleketin başına geçer ve öç alabilirdi.
Menderes’in idamına Yassıada Mahkemeleri 2 gerekçe gösterdi. Anayasayı ihlal ve
İnönü’yü Topkapı’da öldürmeye teşebbüs. Hâlbuki İnönü Topkapı davasında
şahitlik yapsa infazlar önlenebilirdi. Ama yapmadı. Mahkemede Menderes’in
avukatı haklı olarak, İnönü’nün mahkemeye şahit olarak gelmesini talep etti.
Ama Başol ve Egesel şiddetle karşı çıkarak, ‘İnönü gibi mümtaz bir şahsiyeti bu
ortama çağırmak haddinize mi’ diye cevap vererek talebi ret ettiler. Hâlbuki
bunu duyduğuna şüphe olmayan İnönü, ‘hayır, geleceğim’ dese ve gelse, ‘aramızda
sert mücadeleler oldu, ama beni öldürmeye teşebbüs ettiler diyemem’ dese ve
idam kararlarına karşı olduğunu söylemek değil, ima bile etse Menderes ve 2
bakanı asılmazlardı. Zira aynı davada Kasım Gülek de şahitlik yaptı ve Salim
Başol’un ısrarlı sorularına, ‘Elimi vicdanıma koyarak, niyetleri İnönü’yü
öldürmekti’ diyemem demişti. Bu ifadeden sonra Kasım Gülek’in de CHP’deki işi
kısa sürede bitirildi.
İnönü’nün eline
idamları önlemek bakımından bir büyük fırsat daha geçmişti ama onu da elinin
tersi ile itti. Şöyle ki, darbe destekçilerinden Docent Muammer Aksoy, 5 Kasım
1969 tarihinde ‘Siyasi Haklar Oyunu ve Sonuçları’ başlıklı yazısında tüyler
ürperten şu açıklamayı yapıyor,
“Milli Birlik Üyeleri, Yassıada hükümlerinin tasdikinde Temsilciler
Meclisinin yetki sahibi olmasını teklif ettiği halde, İsmet Paşa bunu ret etmiş
ve ’başladığınız işi tamamlayın’ diyerek infazların, CHP’nin çoğunlukta hatta
tamamını teşkil ettiği Temsilciler Meclisinden geçmesi imkânını, YANİ İDAMLARIN
KENDİSİ EVET DEMEDİKÇE İNFAZ EDİLMEMESİ İMKÂNINI KENDİ ARZUSU İLE ORTADAN
KALDIRMIŞTIR…”
8 Şubat 2009 tarihli Vatan
Gazetesinde, CHP’nin 27 Mayıs öncesi günlerde Gençlik Kolları başkanı olan
Orhan Birgit Sanem Altan ile bir söyleşi yapıyor,
“28 Nisan 1960 Öğrenci Olaylarını itiraf
ediyorum ki organize ettim. Perde arkasındayım o işin. Öğrencilerin gösteri
yapmasını istiyorduk biz. Ne yapacaklardı? ‘Katil Menderes, diktatör Menderes’
diye bağıracaklardı, nümayiş yapacaklardı.”
28-29 Nisan Öğrenci olayları,
yüzlerce öğrenci öldürüldü, kıyma yapıldı, Konya yolunu inşaat inde asfaltın
altına saklandı, yalanını fısıltı gazetesiyle dolaştığı ve darbenin bahanesinin
oluşturulduğu olaylardır. Bakın CHP Genel Sekreter yardımcısı, CHP milletvekili
Kamil Kırıkoğlu, Tanju Cılızoğlu ile birlikte anılarını yayımlamıştı. Sayfa
103’den aktarıyorum,
“Darbe öncesi günlerde, öldürülen öğrenciler kıyma
makinelerinden geçirildi, söylentilerini araştırmak için CHP 3 kişilik bir
parlamento heyeti kuruyor. Heyet araştırmalar yapıyor ve böyle bir olayın
olmadığını, söylentiden ibaret olduğunu bir rapor ile CHP grubuna götürüyor.
Grupta rapor okununca İsmet Paşa raporu sert bir şekilde eleştiriyor, kızıyor
ve Paşa, ‘OLMAZ YOKTUR DEMEYECEKSİNİZ, VARDIR İMAJI VERECEKSİNİZ’ DİYOR”
Kamil Kırıkoğlu demek ki,
vicdanlı bir insanmış ki, bu gerçekleri anılarında anlatmış.
Darbe yapılmış, CHP’liler sokaklara dökülmüş sevinç gösterileri
yapmaktalar.
Bu durumu gören İnönü
CHP’lilere sesleniyor ve kayıtlara geçen şu ifade de bulunuyor, ’27 Mayıs’ın ne içindeyiz, ne de
dışında’ Yani henüz bize görev verilmedi demek istiyor.
Gazeteci yazar Bedii Faik,
‘İhtilalciler Arasında Bir Gazeteci’ adlı kitabının 25. Sayfasında idamlar ve
İnönü, CHP ilişkisine değinmiş,
“İnönü, siyasi hasımlarının idam edilmelerine samimi
olarak karşı idiyse, teşebbüsünü daha o günlerde yapmalı değil miydi? Siyasi
mahkûmlara ölüm cezasının verilmesini doğru bulmayan ve buna karşı olan bir
lider, yabancı devlet başkanlarının teşebbüsleriyle hazır belirmiş olan böyle
bir fikrin hemen üstüne atılıp, o teşebbüs katarına kudretli bir lokomotif
olmak varken ne yapmıştır? Tam aksine bütün dost devlet ricalinin temennilerini
çeşitli kompleksler içinde önemli sayıp saymamak arasında bocalayıp kah çalımlı
kah karasız tavırlar takınan, devlet yönetiminde tecrübesiz askerlerin bu
haline seyirci kalmıştır! Böylece idam fikrinin daha fazla perçinlenmeden, daha
çok macunlaştırılmadan hafifletilmesinin belki de mümkün olduğu günleri, hiçbir
teşebbüs ve telkinde bulunmadan geçirmiştir. Samimi olan hareket, şüphesiz
yabancı devlet erkanınınki idi. İdam kararları bir emrivaki olduktan sonra,
infazı durdurmanın güçlüğünü, ölüm cezalarını verildikten sonra geri çevirmenin
zorluklarını onların bilip de İnönü yaşındaki bir tecrübenin bilmemesi herhalde
düşünülemez. AMA EĞER MAKSAT HEM KURTARMAYI İSTEMİŞ, HEM DE BUNU BÜTÜN GAYRETİNE
RAĞMEN KABUL ETTİREMEMİŞ OLMAK İSE, TABİ O ZAMAN YAPILACAK ŞEY ELBETTE TAM SON
DAKİKADA ORTAYA ATILMAKTIR.”
Ve İnönü de tam son dakikada
ortaya atılmıştır. Rahmetli Nusret Kirişcioğlu, ‘Kayseri Cezaevinde Bir
Yıldönümü, sayfa 111’
“İnönü güya idamlara aleyhtar imiş ve mani
olmak için teşebbüse geçmiş de muvaffak olmamış hissini verecek bir mektup
düzenledi. Bu mektup alakalılara zamanında verilmemişti. Ama yine de
kandırılmış bir iki gazetede böyle bir mektuptan bahsedildi. Böylece İnönü’nün
idamlara taraftar olmadığı hissi yayılmak istendi. Bu tertip İnönü’nün
seçimlerdeki sukutunun (düşüş) mahiyetini ortaya vurmaktan öteye bir fayda
sağlayamadı. Hatta bir bakıma da geri tepti. Çünkü İnönü’nün idamları istediği
biliniyordu.”
27 Mayıs darbesine takaddüm
eden günlerde Kore’de bir askeri darbe olmuş ve Syngman Rehee devrilmiş,
İnönü’nün Meclis’te sarf ettiği şu sözlere bakın,
“Türk milleti Kore milletinden daha az
haysiyetli değildir.”
İdamların ikinci sebebi olarak gösterilen 146/1 Anayasayı ihlal, DP tarafından
Meclis Tahkikat Komisyonu kurulmasına dayandırılır. Hal buki Tahkikat Komisyonu
o tarihte yürürlükte olan Teşkilat-ı Esasiye kanununun 22 maddesine ve Meclis
içtüzük 177 maddeye göre tamamen yasal bir uygulamadır.
Darbecilerin
başı Orgeneral Cemal Gürsel, darbeden hemen sonra İnönü’ye telefon ediyor,
konuşuyorlar ve sözlerini şöyle bitiriyor, ‘…emirleriniz bizim için daima
peygamber buyruğudur sayın paşam’ Demokrasi ile idare edilen bir ülkede, darbe
olmuş, silah zoruyla seçim ile gelmiş bir iktidar devrilmiş ve Parlamentoda ana
muhalefet partisinin genel başkanının darbecilerin başına söylediği şu sözlere
bakın (İnönü’nün damadı gazeteci Metin Toker’den öğreniyoruz, İnönü’lü yıllar),
“Memleket ve millet için hayırlı bir iş
yaptınız, büyük iş yaptınız, mutlu ve uğurlu olmasını dilerim. Asıl başarınız
için ben sizin emrinizdeyim, paşa hazretleri. Sizleri anlıyorum. NE ZAMAN BİR
ARZUNUZ OLURSA EMRİNİZE AMADEYİM.”
Laf mı bunlar, iş birliği
teklifi yok mu bu sözlerde. 15 Temmuz
2016 darbe girişimi cereyan ederken, bu günkü CHP Genel Başkanı Kemal
Kılıçdaroğlu’da Bakırköy Belediye Başkanının evine gidiyor, lüks bir odada,
lüks bir koltukta darbe girişiminin nasıl sonuçlanacağını televizyondan
seyrediyor. Çıkıp bir kelime etmiyor, herhalde darbeciler kazansa İnönü gibi
davranacaktı. Ama eski cumhurbaşkanımız, Ak Partili Sayın Abdullah Gül, o gece
olayların nereye varacağının belli olmadığı saatlerde tam bir demokrat ruhuyla,
cesaretle şu sözleri sarf ediyor,
''Her şeyden önce Türkiye bir Latin Amerika ülkesi değildir.
Türkiye bir Afrika ülkesi değildir.
Türkiye'de bu şekilde bir grubun gece baskınıyla yönetim
değiştirmesi, rejim değiştirmesi mümkün değildir. Asla mümkün değildir.
Dolayısıyla bugün vatandaşlarımın fikri, zikri, inancı, partisi ne olursa olsun
bütün bunları bir yana bırakıp demokrasiye ve milli iradeye sahip çıkma
günüdür, bu bir sınav günüdür. Ayrıca bugün sokağa çıkan bir kısım askere de
şunu söylemek isterim; 'Onların 7 sene Cumhurbaşkanı olarak, başkomutanlığını
yapmış bir kişi olarak emir komuta zinciri altında bir talimat yoktur.
Genelkurmay Başkanı'nın bir talimatı yoktur. Ordu komutanlarının yoktur, böyle
bir durumda kim talimat veriyorsa bunları kesinlikle dinlemeyin ve bir an önce
bu hatadan, bu yanlıştan dönün. TSK'nın başına karşı yapılan bu rencide edici
ve bu kabul edilmez olay asla unutulmaz. Onun için tekrar söylüyorum; yanlış
içerisinde olanlar yanlışlarından dönsünler, kışlalarına dönsünler, halkla
karşı karşıya gelmesinler. Acılar yaşanmasın. Türkiye bir kaos içerisine
girmesin. Halkımıza da hatırlatıyorum ki bugün demokrasiye sahip çıkma
günüdür''
Buraya kadar kısaca özetlediklerimizden, DP çizgisini de CHP
çizgisini de ve aralarında
asla bir fikir birliği olmadığını da ifade edebilmiş olmalıyız. Güneş balçıkla sıvanmaz,
olayları tarafsız bir gözle inceleyenler kimin kim ve ne olduğunu hemen
göreceklerdir.
DP ile CHP
arasındaki en önemli fark halkçılıktır.
CHP kendi
kudretine, kendi azametine, kendi bünyesine dayanan bir
parti iken, DP halka dayanan, her türlü kudreti ve kuvveti halkta
gören, halk desteğinde, halkoylarında bulan bir partidir. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile başlayan, Serbest
Cumhuriyet Fırkası ile devam etmeye çalışan ama önü kesilen milli zihniyet DP
ile iktidara gelmiştir. Açık seçik CHP’nin
desteklediği, kışkırttığı 27 Mayıs 1960 darbesi ile DP’nin de önü kesilecektir.
Bu milliyetçi, halkçı zihniyet 1980’den sonra rahmetli Turgut Özal ile tekrar
hizmete başlayacak ancak Özal’ın da şaibeli ölümü ile yine Türkiye’ye hizmet
süreci durdurulacaktır. Çok şükür 2003’den sonra başbakanımız, cumhurbaşkanımız
Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde Ak Parti ile DP ruhu, Menderes anlayışı 14
senedir iktidardadır ve büyük hizmetler yapmaktadır. Konuyu birazcık olsun
inceleyenler gerçekleri hemen göreceklerdir. Zira ‘güneş balçıkla
sıvanmaz’
HASAN EMRE OKTAY
Temmuz 2017, Fenerbahçe
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)