24 Ağustos 2013 Cumartesi

MİLLİ MİSAK, HÜRRİYET MİSAK'I VE 12 TEMMUZ BEYANNAMESİ

MİLLİ MİSAK, HÜRRİYET MİSAK'I VE 12 TEMMUZ BEYANNAMESİ

I. DP KONGRESI VE MİLLİ MİSAK
7 Ocak 1947 günü başlayarak beş gün süren DP 1. Büyük Kongresi'nin Türk demokrasi tarihindeki yeri büyük olmuştur. Ayrıca Partinin bütün hayatında etkisi görülecek olaylara da sahne olmuştur.
Bu kongre, DP içindeki "müfrit-mutedil" ayrımını biraz daha belirginleştirdiği gibi, 27 Mayıs 1960 darbesine kadar etkisi sürüp giden parti içi kavgaların başlangıç kaynağı olduğu söylenebilir.
Kongrede, delegeler adeta bir ihtilal havası estirecek kadar coşkuluydular. Bayar'ın anlattığı kadarıyla, içinde Kenan Öner, Samet Ağaoğlu, Osman Bölükbaşı, Dr. Mükerrem Sarol ve Osman Sarol'un bulunduğu bir grup, parti milletvekillerinin Meclis 'ten çekilmelerini istiyor, iktidarı, milletle karşı karşıya getirmekte çıkar yol görüyordu.
Buna karşılık veren bir itidal grubunun da olduğunu belirten Bayar, Adnan Menderes, Refik Şevket İnce, Ekrem Hayri Üstündağ, Hulusi Köymen'in sözcülüğünü yaptığı ve zaman zaman Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu ve Refik Koraltan tarafından desteklenen bu grubun, Kongre'de, ilerde DP'nin "müfrit - muhafazakâr" kanadında yer alacak bazı şahsiyetler, çok sert konuşmaları ile dikkatleri üzerine çekmiştir.
Bursa delegesi Fuat Ama, "istibdat devrinde millet padişaha karşı, 'senden büyük Allah var' derdi. Bugün de biz iktidar sevdalılarına, senden büyük millet var diyoruz" diye konuşurken, General Sadık Aldoğan da, "Yapılacak iş, Anayasayı tadil etmek değil, Anayasaya aykırı kanunlar yapan Cumhuriyet Halk Partisi 'ni yaptığı kanunlarla beraber süpürüp atmaktır...
Kongrede, özellikle Bölükbaşı büyük tesir bırakmıştır. Bölükbaşı' nın konuşmasında geçtiği öne sürülen ve pek çok kaynakta zikredilen, "Bu memleket 23 senedir kızıl bir sultan idaresinde sevk ve idare olundu" gibi bir ifadeyi, Bölükbaşı, daha sonra tekzip etmiş ve nutkunda kızıl sultanlar tabirini kullanmadığını, sadece tek parti zihniyetini ortaya koyacak şekilde, Abdülhamit'ten bahisle, "Taçsız-tahtsız sultan istemiyoruz. 23 senelik idarenin adı ile tadı bir olmamıştır" şeklinde bir ifade kullandığını belirtmiştir.
Yine, Kongre başkanı kim olacak, Genel İdare Kurulu (GİK) kaç üyeden oluşacak ve kimler olacak konularında, DP Kuruculan ile "müfritler" arasında sert tartışmalar yaşanmıştır. Kurucular Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu'nun Kongre başkanı olmasını isterlerken, "müfritler" Kenan Öner'i istiyorlardı. Yine Köprülü ve Menderes, GİK üye sayısının 9 olmasını ve kendi otoritelerini sarsacak kişilerden oluşmamasını isterlerken, Öner, Bölükbaşı, Emin Sazak, Ağaoğlu gibi şahsiyetler, daha demokratik olur gerekçesiyle GİK üye sayısının 15 olmasını arzu ediyorlardı (Ağaoğlu, 1992: 44-45).
Sonuçta Kongre başkanlık seçimini Öner kazandı. Öner, seçimlerden sonra parti Kurucularına ve en çok da Fuat Köprülü'ye karşı çıkmıştı. Demokrat Parti milletvekillerinin Meclise katılmadan "sine-i millete" dönmesini isteyenlerin başında geliyordu. O ve onun gibi düşünenlere göre, Meclise girmek Halk Partisi iktidarını ve iktidarın devlet yönetimindeki "totaliter" görüşlerini, hele seçimlerdeki baskı ve hilelerini en azından affetmek olacaktı (Ağaoğlu, 1992: 416).
Menderes ve Köprülü yeni isim olarak Kütahya mebusu Ahmet Tahtakılıç ile Fevzi Lütfü Karaosmanoğlu'nun GİK'e girmesini istiyorlardı. Fakat genç kuşaklardan başkalarının ve bu arada Samet Ağaoğlu ile Bölükbaşı 'nın seçilmesini benimsemiyorlardı. Özellikle Orta Anadolu, Karadeniz, Orta Batı ve Doğu illerinden gelen delegelerin pek çoğunun, Parti müfettişieri olarak Bölükbaşı - Ağaoğlu ikilisine gösterdikleri sevgi karşısında, Menderes ve Köprülü rahatsız olmuşlardır. Çünkü onlar, bu iki aktif, hırslı ve muhalif tabiatlı gençlerin GİK'e girerek, kendilerinin nüfuzlarını sarsmalarını istemiyorlardı (Ağaoğlu, 1992: 46). Onların seçilmesi demek, Kurucuların parti üzerindeki inhisarının zayıflaması demekti. Her ikisi de DP müfettişi olarak Anadolu'yu karış karış gezmişler ve pek çok il, ilçe ve belde teşkilatlarını kurmuşlardı.
Gizli oyla yapılan seçimde, genç kuşaklardan Ahmet Tahtakılıç, Ahmet Oğuz, Hasan Dinçer ile Samet Ağaoğlu GİK'e girmişlerdir. Ağaoğlu'nun anlattıklarına bakılırsa Bölükbaşı kulis aralarında, delegelere kendisini, "Ne de olsa hamurları tek parti devrinin teknesinde yoğrulmuş Kuruculara karşı Genel idare Kurulu 'nda demokrat düşüncenin bir garantisi olmak" vaadi ile takdim etmiş, nefes nefese konuşması ile delegeden delegeye koşmuş, ancak isteğine kavuşamamıştır (Ağaoğlu, 1992: 58-59).
DP'nin Birinci Kongresi'nde yaşandığı ileri sürülen bir başka gelişme de, parti içinde bir grubun, Mareşal Çakmak'ı Bayar yerine DP'nin liderliğine geçirmek yönünde bir girişimidir. Bunlar DP İzmir il haysiyet divanı üyelerinden Dr. Mustafa Ali Kentli önderliğinde (ileride görüleceği üzere, Mustafa Kentli DP içinde kuruculara karşı ilk muhalefeti başlatan ve daha sonra partiden ihraç edilen ilk "müfrit"tir), emekli general Rasim Aktuğ ve arkadaşlarıdır (Ant, 12.2.1947). Onların nazarında Bayar' ın günahı, 1946 seçimlerinin sonucunu fiilen ve hukuken kabul etmek, CHP' ye ve bilhassa İnönü'nün muhataplığına rıza göstermekti. Gerçekten de Mareşalcilerden İzmirli Dr. Mustafa Kentli, DP'nin il haysiyet divanı üyeliğinden 1947 içinde istifasını verirken o günler hakkında bir ifşaatta bulunmuştur. Kentli, kongre esnasında başkan Kenan Öner'in bir emrivaki yaparak Mareşal'i DP lideri seçtirmek istediğini belirtmiştir.
Nihayetinde DP Birinci Büyük Kongresi, Anayasaya aykırı kanunların tasfiyesi, Seçim Kanunu'nun güvenceli hale getirilmesi, devlet başkanlığı ile parti başkanlığının ayrılmasını isteyen Hürriyet Misakı'nı ilan etmiş ve bunlar yerine getirilmediği müddetçe, Meclis'ten çekilip "sine-i millet"e dönme yetkisi verilmesi kararının Kurucuların hakim olduğu GİK' e verilmesini karara bağlamıştır. Başlarında Öner'in bulunduğu bir hizip (müfritler) şiddetli hareket edilmesini ve DP mebuslarının istifalarını vererek sine-i millete dönülmesini ve CHP iktidarının gayr-ı meşru olduğunun ilan edilmesini istiyordu. Samet Ağaoğlu, Bölükbaşı, Mükerrem Sarol, Osman Kapani ve İsmet Bozdağ bu düşüncede olanlardandı.
Bunlara ilaveten kongrede delegelerin pek çoğu, büyük kongreye ait olan Meclis'ten çekilme yetkisinin, Kurucuların hakim olduğu GİK'e verilmesi taraftarı olmamasına rağmen, Kurucular bu konuda ağırlıklannı koyarak istedikleri kararı çıkartmışlardır (Goloğlu, 1982: 155).
***
II. DP KONGRESI VE HÜRRİYET MİSAK-I / MİLLİ AND
BÜYÜK KONGREDE KABUL EDİLEN “HÜRRİYET MİSAK”I,
(CHP söylemlerinde “Milli Husumet Andı” olarak iddia ve ifade olunur )
“ – Seçim kanununun ve seçimlerle alakalı hükümlerin vaz’ından maksat millet iradesinin serbest tecellisini teminden ibarettir. Mevzuu kanunlara ve müesses nizama aykırı hareket, kuvvet darbesi, millet ve vatandaş haklarının ihlali neticesine varacağından, buna meydan verilmemek üzere;, Memleket için büyük zarar ve tehlikeleri mucip olacak bu hale müsaade edilmemesi, bu mevzuda haklarına tecavüz olunan bütün vatandaşların meşru müdafaa halinde kalmaları, haklarını Anayasa ve Türk Ceza Kanununun müeyyidelerine dayanarak hareket etmeleri kaçınılmaz bir zaruret olacaktır. Bu hususların rey sahibi bütün partilere ve Türk umumi efkârına bildirilmesi, ayrıca Hükümetin ve vazifelilerin keyfiyetten haberdar edilmelerinin temini zaruri görülmüştür.
Ancak, tek parti zihniyetini ve Halk Partisi iktidarını, kanunların ihlali pahasına da olsa devamını kararlaştırmış olanlar, kongremizin bu kararı almış olmasını halkı ihtilale teşvik mahiyetinde tefsir etmeye kalkışabilirler. Hal buki ihtilal mevcut ve müesses içtimai ve siyasi nizamın cebren değiştirilmesine matuf bir hareket olup, yukarıda tavsif edilen hareketler ihtilal tabirinin tamamıyla şümulü dışında meşru hakların ve meşruiyetin müdafaası mahiyetindedir. Bu itibarla vatandaş siyasi hak ve hürriyetlerinin kullanılmasına ve milli hâkimiyet ve hürriyet esaslarının tahakkukuna herhangi bir surette engel olacak kanun dışı hareketlerden tevakki olunması lüzumunu memleketin en yüksek menfaatleri hesabına belirtmek isteriz.
Aksi yolda harekete teşebbüs edenlerin ise, milli vicdanın ifadesi olan millet husumetine maruz kalmak gibi “ ağır ve tarihi “ bir mesuliyete mahkûm olacakları muhakkaktır.”
... ( Halk Partisi / CHP tarafından bu karar “ Milli Husumet Andı “ olarak algılanmış ve tahrik unsuru olarak kullanılmıştır. ) Oysa “Hürriyet Misakı”, Misak-ı Millinin tamamlayıcı ve bütünleyici, vazgeçilmez bir unsuru olup; 1938-1950 arası Halk Partisi ve hükümetleri tarafından ısrarla takip olunan ve yer-yer şiddet ve husumetle uygulanan despotizm ve demokrasi karşıtı diktayı hedef alan bir duruştur. 
***
MİLLİ MİSAK VE HÜRRİYET MİSAK'I HAKKINDA
(yorum, eleştiri ve katkılar)
10 Ocak 1947: Demokrat Parti 1. Kongresi’nde “Hürrüyet Misakı” kabul edildi…
Marksist.org // Pazar, 09 Ocak 2011 23:20
Demokrat Parti 1. Kongresi'nde "Hürriyet Misakı" kabul edildi. Raporda Anayasa'ya aykırı yasaların kaldırılması, Anayasa'nın tam olarak uygulanması, yeni seçim yasası hazırlanması ve cumhurbaşkanlığı ile parti genel başkanlığının birbirinden ayrılması isteniyordu. Bu karar 7 ay sonra kısmen etkisini göstererek, İnönü'nün verdiği bir demeçle partiler arasında tarafsız kalacağı ve DP'nin güvence altında muhalefet yapabileceği sözünü vermesine yol açtı.
Savaş yılları ve emekçi halk üzerinde sömürü ve baskı
İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesi ve faşizmin yenilmesi Batı Avrupa'daki tek şef, tek parti rejimlerinin de büyük ölçüde sonunu getirmişti (İspanya ve Portekiz hariç). Diğer yandan Türkiye'nin Stalinist Sovyetler Birliği'yle olan ilişkilerinin bozulması ülkenin Batı'ya yanaşmasına neden olmuştu. Bu nedenle Batı ülkelerine hoş görünmek amacıyla göstermelik de olsa çok partili döneme geçilmesi ihtiyacı doğmuştu. Bunun yanı sıra Türkiye'nin iç politikasında egemen sınıflar arası görüş ayrılığı su yüzüne çıkmıştı. İşte bütün bu iç ve dış faktörler Demokrat Parti'nin kuruluş sürecine ortam hazırladı.
Türkiye 2.Dünya Savaşı'na doğrudan katılmamış olsa da Hükümetin uyguladığı savaş ekonomisi geniş emekçi kitleleri iyice yoksullaştırmıştı. Öte yandan siyasi baskı iyice artmış, Grev yapma, sendika kurma, basın özgürlüğü gibi en temel haklar hatta burjuva muhalefet bile yasaklanmıştı. Bunların yanı sıra Varlık Vergisi, Milli Koruma Kanunu gibi uygulamalarla Türk-Müslüman ticaret ve sanayi burjuvazisine mülk ve servet aktarımı da hızlanmış ve ayrıca Savaş esnasında yürürlüğe giren Toprak Mahsulleri Vergisi de yoksul köylüler üzerindeki yükü de arttırmıştı.
1945 yılında değişen dünya konjonktürü Türkiye'de sınırlı da olsa muhalefetin canlanmasını sağlamıştı. Bunun da ötesinde egemen sınıflar arasında bölünme de kaçınılmaz hale gelmişti. Bu bölünmeyi hızlandıran olay ise 1945 yılında mayıs ayında Meclis'te görüşülmekte olan "Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu" olur. Bu kanun yoksul köylülerin bir bölümüne sınırlı da olsa toprak dağıtımını öngörüyordu. Ancak sanılanın aksine bu kanun köklü bir toprak reformu öngörmüyordu. Buna karşın Kanun, Parti içersindeki toprak sahibi kesimin tepkisine neden oldu. Aynı yıl içersinde, Kanuna muhalefet etmiş isimler olan "Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Refik Koraltan ve Celal Bayar" "Dörtlü Takrir" adlı belgeyi yayımladılar.
Bu belgede, ana hatlarıyla, anti-demokratik uygulamaların yürürlükten kaldırılması isteniyordu. CHP yönetimi bu belgeye sert bir yanıt verdi. Demokrasi taleplerinin dile getirilmeye başlanması, ideolojik ve sınıfsal açıdan aralarında önemli görüş ayrılıkları olmasına karşın farklı muhalif grupları tek parti diktatörlüğüne karşı bir araya getirdi. Örneğin Zekeriya ve Sabiha Sertel çiftinin çıkardığı "Tan" gazetesi CHP içersindeki muhalif grupların yazılarını kendi gazetelerinde yayımlamalarına izin verdiler. Liberal basının bir bölümü de sütunlarını muhalif gruba açtı.
Dörtlü grubun gazete ve dergilerde muhalefetlerini sürdürmeleri, partiden ihraç edilmeleri ve istifalarla sonuçlandı. Sonbahar aylarına gelindiğinde artık yeni bir parti kuracağı kulislerde konuşulmaya başlandı. Nihayet 7 Ocak 1946 günü Celal Bayar liderliğinde Demokrat Parti kuruldu. Burada hatırlatmak gerekir ki, 1930 sonrası ilk kurulan muhalefet partisi, demiryolu yapımıyla zenginleşen dönemin ünlü sermayedarlarından Nuri Demirağ'ın kurduğu Milli Kalkınma Partisi'ydi fakat bu parti hiçbir varlık gösteremeyecekti.
Solu olmayan demokrasi
Demokrat Parti'nin kurulması resmi tarih kitaplarında cumhuriyet döneminde "demokrasiye geçiş" olarak anlatılır. Oysa bu durum tam olarak gerçeği yansıtmamaktadır. Aslında CHP açısından DP'nin kurulması önceleri bir muvazaa olarak algılanmış yani tıpkı Serbest Fırka gibi güdümlü bir muhalefet olarak düşünülmüştü. Bazı anı kitaplarında da anlatıldığı gibi DP kurulmadan önce Celal Bayar birkaç kere Çankaya Köşkü'ne çıkarak dönemin Cumhurbaşkanı ve Milli Şefi İsmet İnönü ile görüşmeler yapmış ve bu ziyaretler gizli tutulmuştur.
Celal Bayar bu görüşmeler esnasında İsmet İnönü'ye, kurulacak partinin CHP'nin genel politikalarından sapmayacağı konusunda güvence verir. İsmet İnönü'nün Celal Bayar'dan bir isteği de özellikle Kürt hareketinin gelişmemesi için partinin Kürt illerinde örgütlenmemesini olur. Nitekim CHP de o sıralarda o bölgede parti faaliyeti yürütmemekte ve üstelik merkezden atanan bölge illerinin milletvekillerinin bir kısmı seçildiği ili hayatında hiç görmemişti.
Yeni dönemde ayrıca sol partilere izin verilmez 1946 yılında kurulan iki sol parti hemen kapatılır. 1945 yılında Tan gazetesine yönelik baskın, 1947 yılında Dil Tarih'teki solcu öğretim üyelerinin tasfiyesi gibi olaylarda görüldüğü gibi "Soğuk Savaş" koşullarında sol üzerinde baskılar artar.
Bu koşullarda DP hareketi önceleri muvazaa olarak algılansa da, durum bunun da ötesine geçecek ve solun ve farklı alternatiflerin olmadığı bir ortamda geniş halk kitleleri DP'ye büyük teveccüh göstereceklerdi.
*
18 Ekim 2012 Perşembe  00:02 - Aziz ÜSTEL, Star Gazete
Modernleşme tarihinde 1950 seçimlerine uzanan yol
Demokrat Parti ilk katıldığı 1946 seçimlerinde “iktidarın seçim pusulalarında hile yaptığını” ilan edip Recep Peker hükümetini yerden yere vuruyordu ve 1947’de yaptığı ilk kongresinde Hürriyet Misakı’nı kabul etti; bu, misak-ı millinin kasıtlı bir taklidiydi. DP, Hürriyet Misakına dayanarak, hükümetin demokrasiyle bağdaşmayan kimi yasaları geri çekmemesi durumunda meclise girmeyeceğini ilan etti. İsmet İnönü bu tehdidin önemini o saat kavradı. Çünkü oy pusulalarında yapılan hileler yüzünden Peker hükümeti hem içte hem de dış dünyada “meşruiyeti kuşkulu” ilan edilmişti ki bu görüş, ABD katında da onaylanmıştı. Amerikan yardımının çok önemli olduğu bir dönemde İnönü hemen Peker’in istifasını istedi, yerine San Francisco Konferansı’nda Türk heyetine başkanlık eden Hasan Saka’yı getirdi. Ve CHP hemen “değişim siyasetine” soyundu. Kasım 1947 kurultayında ilk kez serbest girişimi savundu, Çiftçiyi Topraklandırma Yasası’nın 17. maddesini geri çekeceğini açıkladı. Ardından dini siyasete alet ettiğini öne sürdüğü DP’yi alt etmek amacıyla okullarda din eğitimine izin verme kararı aldı. İsmet İnönü’nün yenilikçilere destek vermesine rağmen parti parçalanmadı; bu da CHP’nin içindeki disiplinin göstergesiydi. CHP’nin bu uzlaşmacı tutumu DP’de derin sorunlara yol açtı. Çünkü DP’lileri bir arada tutan şey, tutarlı bir siyasi program değil, CHP’ye karşı yürüttükleri ortak muhalefetti.
**
Ne kadar ilginç değil mi; günümüzdeyse roller değişti. Yani CHP aynı DP’nin durumunda. CHP’yi bu gün bir arada tutan tutarlı bir siyasi program falan değil AK Parti’nin yaptığı her şeye karşı çıkmaya dayalı bir siyaset anlayışı! Neyse.
Demokrat Parti önderlerini fazla ılımlı bulan kimi milletvekilleri 1944’te İnönü’nün Genelkurmay Başkanlığı’ndan azlettiği Fevzi Çakmak’ın önderliğinde Millet Partisi’ni kurdu ve DP’nin meclis gurubu 1949’da yarı yarıya azaldı. Ama DP, böylece daha tutarlı bir partiye dönüştü; safra atmış oldu. İnönü Millet Partisi’nin DP oylarını böleceği inancından yola çıkarak, daha önceleri “İslamcı eğilimleri” nedeniyle dışladığı Şemseddin Günaltay’ı başbakanlığa getirdi. Bugün de CHP aynı siyaseti gündeme getiriyor; program yerine dindar kesime rampalamanın yol ve yöntemini arıyor. Değişimden anladıkları bu olsa gerek; geçmişte yolculuk! Halbuki evrilmeyi başarsa parti safra atıp ciddi, tutarlı bir yapıya kavuşacak! Neyse.
Seçim yasası muhalefetin dayatması sonucunda değiştirildi; Şubat 1950’de seçimlerin 14 Mayıs’ta yapılması kararlaştırıldı. Sonuçsa CHP için tam bir hüsrandı; DP oyların yüzde 53.4’ünü alırken CHP yüzde 39.8’de kaldı. CHP seçim sonuçlarını itirazsız kabul etti, hatta İnönü, kimidurumdan vazife çıkarmaya meraklı askerlerin darbe yapmasını engelledi. Türkiye demokrasiyi benimsemişti; iktidar halkın oylarıyla el değiştirmişti. Bu demokrasiyi sindirme süreci on yıl devam etti. Derken, 27 Mayıs’ta diktacılık, vesayet tutkusu ve elitizm yeniden hortladı.
***
Hürriyet misakı, Demokrat parti 'nin kuruluşunun ilk yıldönümünde toplanan (7 ocak 1947) büyük kurultay sonunda yayımlanan bildirge. Özgürlüklere yönelik soyut bir özlemler paketi niteliğindeki bu bildirge, iktidar yanlısı basında ve hükümette büyük tepkilere yol açtı. iktidar -muhalefet ilişkilerinin sertleşmesi üzerine, cumhurbaşkanı i. inönü ile DP genel başkanı C. Bayar arasında başlatılan görüşmeler, inönü tarafından yayımlanan 12 temmuz beyannamesi ile yeni ve olumlu bir yörüngeye girdi. 
NÜVE FORUM

12 Temmuz Beyannamesi

Tarihten olaylar - 01:54, 12 Temmuz 2013 Cuma
Demokrasiye doğru bir adım: 12 Temmuz Beyannamesi

Demokrasiye doğru bir adım: 
12 Temmuz Beyannamesi
İnönü, “meşru ve kanuni siyasi partilere karşı tarafsız ve eşit muamele mecburiyeti, siyasi hayat emniyetinin temel şartıdır” diyerek Peker hükümetinin muhalefet partilerine karşı tarafsız ve eşit yaklaşmadığını açıktan ifade ediyordu.

Ömer Aymalı- Dünya Bülteni / Tarih Dosyası
1945 yılı Türkiye’nin siyasi hayatında yeni bir dönemin kapısını açtı.  II.Dünya savaşı sonrasında demokratik değerlerin kutsanmaya başladığı günlerde Türkiye de rejimini serbestleştirme yoluna girecekti.  Uzun yıllar sonra ilk kez iktidar partisinin karşısında bir muhalefet partisinin kurulmasına izin verildi. Cumhuriyet Halk Partisinden ayrılan bazı milletvekilleri Demokrat Partiyi kurarak siyasal alanda muhalefete başladılar. İktidar ve muhalefet partisi arasındaki mücadele çoğu zaman gerginliklere sahne oldu.
Bu gerginliklerden biri 1946 seçimlerinin ardından yaşandı.  Türkiye’nin ilk çok partili genel seçimi olan 1946 yılı seçimlerinden sonra Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Recep Peker’i başbakanlığa atadı. Demokratikleşme yoluna girmiş Türkiye’de, tek partili rejimle özdeşleşmiş bir kişiliğin başbakanlığa getirilmesi muhalefet partisinde büyük bir hayal kırıklığına sebep oldu. Peker kabinesinin göreve başlaması ile iktidar ile muhalefet arasındaki gerginlik günden güne arttı. 
Peker muhalefete oldukça sertti. 1947 bütçe görüşmelerinde hükümeti eleştiren Demokrat Parti liderlerinden Menderes’e “maraz bir psikopat ruhun ifadesi”  şeklinde karşılık verecekti. Bu ifadeler muhalefetin meclis oturumlarını uzunca bir süre protesto etmesine sebep olurken iktidar muhalefet ilişkisini daha da gerginleştirdi.
          Recep Peker                          İsmet İnönü                        Celal Bayar
İktidar ile muhalefet arasındaki ilişki gitgide bozulurken 7 Ocak 1947 tarihinde Demokrat Parti kurultayı toplandı. Bu kurultayda Hürriyet Misakı adı verilen bir rapor kabul edildi. Kurultayda kabul edilen raporda Anayasaya aykırı anti demokratik yasaların kaldırılması, yargı bağımsızlığı, seçim sisteminin yeniden düzenlenmesi, hükümetin ve idarenin tarafsızlığının sağlanması, parti başkanlığı ile cumhurbaşkanlığının birbirinden ayrılması gerektiği açıklanıyordu. Demokratik bir yönetim için gerçekleşmesi gereken bu isteklerin karşılanmaması halinde ise sine-i millete dönüleceği ifade ediliyordu.
Demokrat Partinin aldığı bu karar CHP ile DP arasındaki ilişkileri daha da gerginleştirdi. Nisan ayında yapılacak İstanbul ara seçimlerine Demokrat Parti girip girmemeyi tartışırken Recep Peker 1 Nisan da seçime katılmak istemeyen DP’ye “ istiklal mahkemeleri kanunun hala meri (yürürlükte)  olduğunu hatırlatıyordu. Bu gelişme Demokrat Parti ile CHP arasındaki ilişkileri tam anlamıyla kopardı. Demokrat Parti İstanbul’daki ara seçimlere katılmadı. İktidar ile muhalefet arasında gerginliğin sürekli bir şekilde artması üzerine Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Başbakan Recep Peker ve Demokrat Parti lideri Celal Bayar ile haziran ayının ilk haftasından itibaren bir dizi görüşme yaptı. İnönü Recep Peker’den çok partili sistemin sağlam temellere oturtulmasını sağlayacak düzenlemeler yapmasını talep etti. Ancak Peker bu isteklere karşı çıktı. Bu gelişme üzerine 12 Temmuzda cumhurbaşkanı İnönü tarafından bir beyanname yayınlandı.
'12 Temmuz Beyannamesi’ adıyla ünlenen bildiri, 11 Temmuz günü radyoya ve Ajans’a verildi, 12 Temmuz günü ise gazetelerde yayımlandı. İnönü beyannamede, iktidar ve muhalefetin iddialarını dinlediğini, kendisinin her iki partiye de eşit mesafede olarak her iki tarafın da haklılık paylarının olduğunu ifade ediyordu. Bununla beraber  “meşru ve kanuni siyasi partilere karşı tarafsız ve eşit muamele mecburiyeti, siyasi hayat emniyetinin temel şartıdır” diyerek Peker hükümetinin muhalefet partilerine karşı tarafsız ve eşit yaklaşmadığını açıktan ifade ediyordu.  İnönü, “Muhalefet, teminat içinde yaşayacak ve iktidarın kendisini ezmek niyetinde olmadığından müsterih olacaktır.  İktidar, muhalefetin kanun haklarından başka bir şey düşünmediğinden emin bulunacaktır”  ifadeleriyle iktidar ve muhalefetin ülke demokrasisine katkı sağlamak için beraber çalışması gerektiğini belirtiyordu.
Bu beyanname ile İnönü Türkiye’nin yönünün çok partili demokrasi olduğunu tek partili düzene bir daha dönüş olmayacağını açıkça ilan etmiş oldu. Yaşanan bu gelişmelerin ardından Başbakan Recep Peker Ağustos ayının sonunda istifa etmek zorunda kaldı.
12 Temmuz Beyannamesi
Hükümet Reisi ile ve Muhalefet Lideri ile son günlerde memleketin iç durumu üzerindeki konuşmalarımı ve bu hususta kanaatlerimi ve fikirlerimi söylemek zamanı gelmiştir.
7 Haziran tarihinde görüşmek üzere çağırdığım Bay Celal Bayar bana Demokrat Partinin, idare mekanizmasının baskısı altında bulunduğunu beyan ve şikayet etti. Haberdar ettiğim Başbakan, aynı mevzuları daha evvel aralarında görüştüklerini hikaye ederek, böyle bir baskının olmadığını, idare mekanizmasının memleketin huzurunu bozacak mahiyetteki tahriklere karşı çok güç durumda kaldığını beyan eyledi. Bundan sonra, iki tarafı bir arada dinlemek için, 14 Haziran tarihli buluşmayı tanzim ettim. Başbakan ve Yardımcısı Devlet Bakanı ile Demokrat Parti Genel Başkanı hazır bulundular. İki taraf arasıda karşılıklı tartışma içinde iki buçuk saat devam eden bu konuşma, başladığı noktada bitti. Demokrat Parti Başkanı, partisinin baskı altında bulunduğu noktasında ısrar ve partisinin kanun dışı maksatlar ve ihtilal usulleri takip ettiğine dair ithamları reddetti. Hükümet Reisi, idare mekanizmasının baskı yaptığı iddiasını kabul edemeyeceğini ve şikayet vesikalarını tetkik ve takibe hazır olduğunu tekrar söyledi ve Muhalif Partinin çalışma usullerini düzeltmesi lazım olduğu iddiasında kaldı.
17 Haziran tarihinde Bay Bayar’ı tekrar kabul ettim. Bana, vaziyeti arkadaşlarıyla görüştüğünü, benim durumuma karşı teşekkürle mütehassıs olduklarını söyledikten sonra, baskı vardır kanaatinde olduklarını ifade eyledi. Bunun üzerine; iki defa görüştüğüm Başbakan, iktidar partisiyle muhalefet partisinin Büyük Meclisteki münasebetleri ve karşılıklı çalışmaları yolunda hayırlı terakkiler olduğunu takdirle söyledikten sonra, biz de kendimize düşen vazifeleri sadakatle ifa edeceğiz, size söz veriyorum dedi ve iki ay sonra Büyük Meclis toplanıncaya kadar partilerin münasebetlerinde itimadı artıran terakkiler olacağına ümidinin kuvvetli olduğunu ilave eyledi.
Bu beyanatı Bay Bayar’a 21 Haziran tarihinde naklettim. Bay Bayar, bu konuda fiili neticeye intizar edilmesi lazım geleceğini bildirdi. Bundan sonraki tartışmalar Muhalefet Liderinin Sivas nutkunda ve Hükümet Reisinin 2 Temmuz tarihli beyanatında ve ondan sonraki karşılıklı cevaplarda görülmüştür. Vaziyet hulasa olunursa, iki taraf şikayetlerinde ve savunmalarında ısrar etmiş ve şiddetli tartışmalar esnasında karşılıklı iyi niyetlerin ifadesi olan bazı tatmin edici parçalar hatırlarda kalmıştır. Siyasi havayı yumuşatan bir iyilik olmak üzere, dertleri bilenlerin, kendiliklerinden, karşı tarafı teskin edici tedbirler alacakları ümidi uyanmıştır. Bunun dışında olarak, durum, Muhalefet Partisi Liderinin “fiili bir netice beklemek” şeklinde ifade ettiği hükümde görülür. Yani, bir başka türlü söylenirse, vaziyet karşılıklı iddialar bakımından düğüm halini muhafaza etmiştir.
Şimdi ben, bu düğümü çözmeğe çalışacağım. İki tarafın şikayet ve müdafaalarının delillerini tafsil etmekte fayda görmüyorum. Zaten bunlar umumi efkarca da kafi derecede bilinmektedir. Gördüm ki, taraflardan hangisinin haksız, yahut hangisinin daha evvel karşısını kırmağa başlamış olduğunu aramakta da fayda yoktur. Ben, idare mekanizmasının baskı yaptığını Hükumet Başkanının kabul etmemesini, öyle bir hareketi tasvip etmeyeceğini katiyetle beyan eylemesini, bir teminat ifadesi olarak aldım ve bunu Bay Bayar’a söyledim. Ben, Muhalefet Liderinin kanundışı maksatlar ve metotlar isnadını reddetmesini, muhalif parti çalışması için şart olan kanun içinde kalmak esasının göz önünde tutulduğuna ve tutulacağına dair tatmin edici bir teminat olarak kabul ettim ve Başbakana bunu söyledim. Her iki tarafla uzun konuşmalardan çıkardığım bu neticelere inanmak istiyorum ve inanıyorum. Bizi bu inanışa getiren bu durumu, memlekette siyasi partilerin çalışıp gelişebileceğine kati ümit veren en mühim merhale sayıyorum. Şimdiye kadar, memlekette geçen iktidar ve muhalefet tecrübesinin muvaffak olmamasını, bir seneden beri geçirdiğimiz tecrübelere, onların dayanamamış ve bu günkü siyasi durumu elde edememiş olmalarında görüyorum. Benim kanaatimce, bir buçuk seneden beri geçirdiğimiz tecrübeler ağır ve bazen ümit kırıcı olmuştur; amma, gelecek için her türlü ümitleri haklı çıkaracak bir muvaffakiyet temin edilmiştir. Bu durumu muhafaza etmek ve onun gelişmesini sağlamak, iktidar ve muhalefet partilerinin vazifeleri olmak lazımdır. Gelecek için tedbirler, benim kabul ettiğim gibi, şu noktadan hareket etmekle bulunabilir. Benim, bu son dinlediğim karşılıklı şikayetler içinde mübalağa payı ne olursa olsun, hakikat payı da vardır. İhtilalci bir teşekkül değil, bir kanuni siyasi partinin metotları ile çalışan muhalif partinin, iktidar partisi şartları içinde çalışmasını temin etmek lazımdır. Bu zeminde ben, Devlet Reisi olarak, kendimi her iki partiye karşı müsavi derecede vazifeli görürüm.
İdare mekanizması, yani Valilerimiz ve maiyetleri, bir seneden beri çok ağır bir tecrübe geçirmişlerdir. Öyle zamanlar oldu ki, memlekette hükümetin mevcut olup olmadığı bile şüphe götürür idi.
Sorumlu Hükümetin huzur ve asayiş vazifesi münakaşa götürmez. Fakat, meşru ve kanuni siyasi partilere karşı tarafsız, eşit muamele mecburiyeti, siyasi hayat emniyetinin temel şartıdır. Bu arada, siyasi partilere mensup olan veya görünen hususi maksat sahiplerinin şirretliklerini pervasız olarak tesirsiz bırakmak hususunda partilerin dikkat göstermeleri icap eder.
Siyasi partilerin hangisi işbaşına gelirse gelsin, onları, idare mekanizmasında çalışanların, haklarına ve itibarlarına karşı adaletli bir zihniyette olacaklarına inandıracaklardır. 
Zannediyorum ki, Hükümet Reisi ile Muhalefet Lideri arasındaki son tartışmada, iki tarafı sebat ettikleri noktadan ayırmak gayretine düşmeksizin, her iki tarafın bekledikleri şeyleri söylemiş ve temin etmiş oluyorum.
Vatandaşlarıma, Hükümetle ve iktidar partisi ile muhalefet partisi arasında görüşme ve araya girme safhalarını olduğu gibi anlatmış olduğumu ümit ederim. Varmak istediğim netice, başlıca iki parti arasında temel şartın, yani emniyetin yerleşmesidir. Bu emniyet, bir bakımdan memleketin emniyeti manasını taşıdığı için, benim gözümde çok ehemmiyetlidir. Muhalefet, teminat içinde yaşayacak ve iktidarın kendisini ezmek niyetinde olmadığından müsterih olacaktır. Büyük vatandaş kütlesi ise, iktidarın bu partinin veya öteki partinin elinde bulunması ihtimalini vicdan rahatlığı ile düşünebilecektir. Bu neticeye varmak için karşılaştığım güçlükler, çok zaman, yalnız ruhi mahiyette olan amillerdir. Bu güçlükleri yenmek için, siyasi hayatımızı idare eden, iktidarda veya muhalefetteki liderlerin samimi yardımlarını isterim.
Bu beyanatımı, neşrinden önce, Başbakanla Muhalefet Lideri görmüşlerdir. 12 Temmuz 1947 
T.C. Cumhurbaşkanı
İSMET İNÖNÜ