Hasan Emre OKTAY
(*)
27 MAYIS 1960 DARBESİ FELAKETİ ÖNCESİ, DARBEYE BAHANE AMACIYLA UYDURULAN YALANLARI TEKRAR TEZGÂHLAYARAK NE CELAL BAYAR’I NE ADNAN MENDERES’İ TÜRK HALKININ GÖNLÜNDEN ALAMAZSINIZ!
27 MAYIS 1960 DARBESİ FELAKETİ ÖNCESİ, DARBEYE BAHANE AMACIYLA UYDURULAN YALANLARI TEKRAR TEZGÂHLAYARAK NE CELAL BAYAR’I NE ADNAN MENDERES’İ TÜRK HALKININ GÖNLÜNDEN ALAMAZSINIZ!
27 Mayıs
yargılanmalıdır, diye defaatle söyledik, uyardık, rica ettik ama ne yazık ki,
bu güne kadar bu yargılama yapılmadı. Sonuçta birçok darbe cinayeti cezasız
kaldı ve tarihten yeteri kadar ders alınmamış oldu. Nitekim 27 Mayıs 1960
darbesi felaketine sebep olan, daha doğrusu bu harekâtı askere yaptırabilmek
için uydurulmuş veya çarpıtılmış birçok yalan anlatım, darbeden 57 sene sonra,
günümüzde tekrar tezgâha konmaya çalışılıyor. Amaç ne olabilir? Rahmetli
Menderes’in dehşet verici acı akıbetine sebep olan darbeci ve şakşakçılarını
aklamak mı? Bunlar zaten yargılanmadılar, ona rağmen bir de aklanacaklar mı?
Biz 27 Mayıs mağdurları zaten işi İlahi Adalete bıraktık ve görüyoruz ki, İlahi
Adalet sabırla, ince ince işini yapıyor. Nitekim 27 Mayıs darbesini yaptıran
CHP, 27 Mayıs’tan sonra, birkaç darbe sonrası dönem hariç bir daha iktidar yüzü
göremedi. O iktidarlar da zaten darbecilerin atamasıyla gerçekleştirilmiştir.
Ecevit, İsmet İnönü’yü kendi partisi içinde devirdi, siyaset hayatının dışına
iteledi. Ecevit bizzat kendisi CHP isminden kaçtı ve DSP’yi kurdu, böylece
başarılı oldu.
Daha önceki
yazımızda da vurgulamıştık, darbeciler, dönemin üniversite profesörlerini ve
CHP’yi kullanarak darbelerini öven, kendilerini kerameti kendi uydurdukları
yalanlarından menkul birer devrimci olarak lanse eden; Bayar, Menderes ve DP’yi
aşağılayan, horlayan, suçlayan, hatta hain ilan eden konuları içeren dersleri
okul ders kitaplarına koydular ve bu dersler 20 sene, 27 Mayıs’ın açtığı yoldan
giden başka bir darbe ekibinin kaldırmasına kadar, okullarda okutuldu. Bir
neslin adeta beyni yıkandı ve bu haksız uygulamaya, kendilerini hiç seçilmeden
ömür boyu mebzul maaşlar ve bellerinde tabancaları ile Tabii Senatör olarak
Meclis’e yerleştiren darbeci MBK’cılar yüzünden olsa gerek kimse ses çıkaramadı.
Ancak 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Kenan Evren ve arkadaşları 27
Mayısçıların sözde bayramı ‘Hürriyet ve Anayasa Bayramını’ kaldırdılar, Tabii
Senatörlüğü kaldırdılar ve 27 Mayıs’ı öven, Menderes’i kötüleyen dersleri ders
kitaplarından çıkardılar. Ancak olan oldu, bir nesil adeta bir tür algı
operasyonundan geçirildi. Sinan Meydan da ya bu taraflı öğretilerin etkisinde
ya da 27 Mayıs darbecisi bir aileden gelmiş olmalı ki, inatla 27 Mayıs dönemi
yalanlarını gerçek gibi anlatmaya, Yassıada’da, İmralı’da öldürülen insanları
suçlamaya devam ediyor. Ben tamamen manevi kaygılarla kendisine, tekrar cevap
yazma ihtiyacını duydum. Zira esas kaygım bu yazıları okuyarak yanılanların
olma ihtimaldir. Çünkü Sinan Meydan profesyonel olabilir, bu işten para kazanıyor
olabilir. Niye vaz geçsin ki?
İşe önce
‘CHP’nin mal varlıklarına Menderes ve ekibi tarafından el konulması yalanı ile
başlayalım. Bu, gerçekle uzak yakın ilgisi olmayan öyle bir çarpıtma ki,
bilinçli yapıldığına şüphe yok. Olay şöyle cereyan etmiştir,
“1935 yılında yapılan CHP’nin 4. Büyük Kurultayında Türkiye Cumhuriyetinin bir parti devleti olduğu açıklanmış. Yani parti-devlet-hükümeti fiilen birleştirilmiştir. Bu durumda Dâhiliye Vekili olan partili, aynı zamanda CHP Genel Sekreteri olacak ve illerde de CHP il başkanları aynı zamanda vali oluyordu. 1937 yılında da CHP’nin 6 ilkesi, Anayasa’ya giriyor, böylece partinin ilkeleri aynı zamanda devletin ilkesi oluyordu… Atatürk’ün 10 Kasım 1938’de ölümünden sonra da İsmet İnönü CHP’nin değişmez genel başkanı ve ebedi şef Atatürk’e nazire gibi bir de milli şef unvanlarını alarak ülkenin tek hâkimi oldu. Bu durum sizi hiç etmemiş olsa gerek ki, tek kelime şikâyet yok. İnönü döneminde Türkiye’de ciddi bir sefalet varken, devlet-parti birlikteliği uygulaması kuvvetlenerek devam etti. İkinci Dünya Savaşı demokrasiyi ve liberalizmi savunan devletlerin galibiyetiyle bitti. ABD, İngiltere, Fransa gibi çok partili demokrasi ile yönetilen ülkeler dünya siyasal konjonktüründe söz sahibi olmuşlardı. Tek parti Nasyonal Sosyalimi ile yönetilen Almanya ve Faşist İtalya mağluplar safında yer almışlardı. Galipler arasında bir Rusya SSCB rejimine geçmiş ve yayılmacı politikalar izliyordu. SSCB’nin Türkiye’den toprak istemesi (Kars, Ardahan) ve Boğazların yönetimine karakollarla katılma talepleri ve ayrıca ülkedeki açlık seviyesindeki ekonomik yetersizlik, Türkiye’deki Tek Parti CHP, Milli Şef yönetimini ister istemez Kuzey Atlantik Paktına (daha sonra NATO) çekti. Bu ülkelerin de yardım için tek şartı, çok partili gerçek demokrasiye geçilmesidir. Ve böylece önce Milli Şef’lik, sonra değişmez parti genel başkanlığı uygulamaları kaldırıldı. Sonra da çok partili hayata geçildi. Yani birilerinin dediği gibi, ‘İnönü, DP’ye demokrasiyi altı tepside ikram etmedi’ Çok partili hayata geçmek bir zorunluluk haline gelmişti.
“1935 yılında yapılan CHP’nin 4. Büyük Kurultayında Türkiye Cumhuriyetinin bir parti devleti olduğu açıklanmış. Yani parti-devlet-hükümeti fiilen birleştirilmiştir. Bu durumda Dâhiliye Vekili olan partili, aynı zamanda CHP Genel Sekreteri olacak ve illerde de CHP il başkanları aynı zamanda vali oluyordu. 1937 yılında da CHP’nin 6 ilkesi, Anayasa’ya giriyor, böylece partinin ilkeleri aynı zamanda devletin ilkesi oluyordu… Atatürk’ün 10 Kasım 1938’de ölümünden sonra da İsmet İnönü CHP’nin değişmez genel başkanı ve ebedi şef Atatürk’e nazire gibi bir de milli şef unvanlarını alarak ülkenin tek hâkimi oldu. Bu durum sizi hiç etmemiş olsa gerek ki, tek kelime şikâyet yok. İnönü döneminde Türkiye’de ciddi bir sefalet varken, devlet-parti birlikteliği uygulaması kuvvetlenerek devam etti. İkinci Dünya Savaşı demokrasiyi ve liberalizmi savunan devletlerin galibiyetiyle bitti. ABD, İngiltere, Fransa gibi çok partili demokrasi ile yönetilen ülkeler dünya siyasal konjonktüründe söz sahibi olmuşlardı. Tek parti Nasyonal Sosyalimi ile yönetilen Almanya ve Faşist İtalya mağluplar safında yer almışlardı. Galipler arasında bir Rusya SSCB rejimine geçmiş ve yayılmacı politikalar izliyordu. SSCB’nin Türkiye’den toprak istemesi (Kars, Ardahan) ve Boğazların yönetimine karakollarla katılma talepleri ve ayrıca ülkedeki açlık seviyesindeki ekonomik yetersizlik, Türkiye’deki Tek Parti CHP, Milli Şef yönetimini ister istemez Kuzey Atlantik Paktına (daha sonra NATO) çekti. Bu ülkelerin de yardım için tek şartı, çok partili gerçek demokrasiye geçilmesidir. Ve böylece önce Milli Şef’lik, sonra değişmez parti genel başkanlığı uygulamaları kaldırıldı. Sonra da çok partili hayata geçildi. Yani birilerinin dediği gibi, ‘İnönü, DP’ye demokrasiyi altı tepside ikram etmedi’ Çok partili hayata geçmek bir zorunluluk haline gelmişti.
Gerçek
uygulamada, yani çok partili demokratik yaşam 14 Mayıs 1950’de DP genel
seçimleri kazanınca başladı. Artık parti-devlet birlikteliği gibi anti
demokratik bir konsept söz konusu olmazdı. Çünkü birden fazla parti siyasi
yaşam içinde yer almaktaydı. Halk hangi partiyi seçerse iktidar o partiye
geçecekti. DOĞAL OLARAK DEVLETİN MALI DEVLETİN, PARTİNİN MALI PARTİNİN
OLMALIYDI. Ancak bu adil düzene geçilmesi için CHP herhangi bir girişimde
bulunmadı. CHP’nin genel merkez olarak kullandığı eski TBMM binası dahil, halk
evleri, halk odaları taşınmazları hala CHP’nin envanterinde bulunuyor ve CHP
tarafından kullanılıyordu. BAKIN TEK PARTİ DÖNEMİ BİTTİĞİ HALDE, DİYORUM… Halk
evleri, Atatürk devrimlerinin halka anlatılması gibi bir amaçla kurulmuştu. Ama
bu kurumlar, 1938’den sonra tek parti sisteminin eli kulağı, denetim
mekanizması haline dönüşmüştü. CHP yöneticileri, halkevlerinin siyaset dışı bir
kurum olduğunu söyleseler de bu kurumlar daha çok CHP toplantılarına sahne oluyor,
dolayısıyla CHP’nin yan kuruluşu görüntüsünü veriyordu. Bu yüzden genel anlamda
halk, halkevlerinden uzaklaşmaya başlamıştı. CHP’nin muhalefete geçmesiyle de
halkevleri masrafları önemli bir sorun olmaya başlamıştı.
9 Ağustos 1951 tarihinde DP Hükümeti Meclise bir tasarı verdi. “HALKEVLERİNİN VE BAZI HALK PARTİSİ GAYRİMENKULLERİNİN HAZİNEYE İADESİ HAKKINDAKİ KANUN”
9 Ağustos 1951 tarihinde DP Hükümeti Meclise bir tasarı verdi. “HALKEVLERİNİN VE BAZI HALK PARTİSİ GAYRİMENKULLERİNİN HAZİNEYE İADESİ HAKKINDAKİ KANUN”
Bu kanun teklifi
TBMM’de oylanmış, Meclis’te bulunan 365 milletvekilinden 362’sinin oyuyla yasa
haline gelmiş, 11 Ağustos 1951 tarihli resmi gazetede yayımlanmış ve yürürlüğe
girmiştir. Bu yasa sonucunda doğal olarak CHP’nin kullandığı, fakat devlete ait
olan halkevleri, halkodaları binaları, malları HAZİNEYE İADE EDİLİR. Ayrıca
önemli bir noktayı da yeri gelmişken belirtelim, halkevlerinin kuruluşunun
zaten bir yasayla değil, bir talimatname ile yapılmış olması, hazineye
devirlerini kolaylaştıran bir etken olmuştur.
O zaman Başvekil
olan rahmetli Adnan Menderes, tek parti döneminde, halkevleri müfettişliği
görevinde bulunduğu için, bu kuruluşların yapısını çok iyi bilmekte idi.
Günümüzde unutulmuş olan bir tehlike enternasyonal komünizm tehlikesi, 1950
yıllarında servet düşmanlığı, kızıl politikalar yüzünden tüyleri diken diken
ediyordu. SSCB’nin yayılmacı politikaları için kullandığı yer altı
faaliyetleri, kendi rejiminin propagandası; sosyo-ekonomik seviyesi düşük olan
bölgelerdeki halkevleri gibi ortamlarda, tıpkı köy enstitülerinde de olduğu
gibi, kolaylıkla yeşerebiliyordu. Gerçi aynı tür kuruluşları bir zamanlar
faşistler de kullanmışlardır. Bu gün açık seçik görüyoruz ki, FETO yapılanması
için böyle yerlerin de ideal ortamlar olduğu, dershaneler olayıyla ortaya
çıkmıştır. Rahmetli Menderes halkevleri ile ilgili Meclis’te şu sözleri sarf
etmiştir.
“Halkevleri,
halkodaları kurmak, gençlik teşkilatını ele almak faşistvari telakki ve
düşüncelerin mahsulüdür. Bunlar içtimai bünyemiz içinde tamamıyla abes, geri ve
yabancı uzuv halindedirler. Halkevleri içi boşalmış, tarihe karışmış maksatsız
birer varlık halinde idiler. Bunlar partileri için birer utanma konusu teşkil
ediyorlardı…”
Sinan Bey
gerçek ne kadar farklı değil mi? Siz Halk Partili Şevket Süreyya Aydemir’i
okurken birkaç tane de DP’li yazarın kitaplarını da okumalıydınız. Akademisyen
olduğunuza göre, bunu yapmanız gerekmez miydi? CHP’nin kullanmakta
olduğu devlet mallarının, hazineye iadesi tek parti döneminde olmamıştır. 1951
yılında çok partili hayata geçildikten sonra olmuştur ve bu işlem tam bir
adalettir. Örneğin eski Meclis binası, 1927’ye kadar TBMM olarak kullanılan söz
konusu bina Meclis’in aynı caddede, biraz aşağısındaki bir binaya taşınmasıyla
boşalmıştı. Aynı yıl ‘İlk Meclis’ diye anılan bu bina boşaltıldıktan sonra CHP
Genel Merkezi olarak kullanılmaya başlandı. DP ise 1947 yılından itibaren
binanın hazineye intikal edilmesini istemekteydi. Ama CHP bunu yapmadı. Esas
eleştirilecek olan bu değil mi? DP 1951 yılında binanın hazineye intikalini
gerçekleştirdikten sonra, DP Niğde Milletvekili rahmetli Halil Nuri Yurdakul’un
TBMM’ne verdiği ve kabul edilen yeni bir kanun tasarısıyla bu bina ‘İnkılap
Müzesi’ olarak kullanılmaya başlandı.
1953 yılına
gelindiğinde hala birçok kamu binası CHP’nin kullanımındaydı. Bu konuda
Meclis’te şiddetli tartışmalar olmuştur. Burada önemli olan CHP KULLANIMINDA
OLAN DEVLET TAŞINMAZLARININ DP’YE DEĞİL HAZİNEYE İNTİKALİNİN YAPILMASIDIR. Can
alıcı nokta burasıdır. Devlet mali devlete iade edilmiştir. Bu konuda DP
bakanlarından Samet Ağaoğlu’nun şu sözleri dikkat çekicidir,
“Demokratik
rejimlerde bütün partiler aynı haklara sahiptirler. Hiçbir parti diğerinden
daha imtiyazlı bir durumda olamaz. Halk Partisinin ise senelerce devlet
bütçesinden beslenmesi suretiyle diğer partilere karşı imtiyazlı bir durumu
görülmektedir. DP halkın teberruları ve aidatları ile yaşamak için çırpınırken,
Halk Partisi oturduğu milyonlar üzerinde böyle bir ihtiyaç duymamaktadır. Eğer
hazineden alınan paralar, tekrar hazineye iade olunursa iki parti de aynı
seviyede bulunacak, her ikisi de faaliyet göstermek için vatandaş teveccühüne
istinat edecektir…”
Konuyla ilgili
Menderes’te şu sözleri sarf etmiştir. Meclis kayıtlarında bulabilirsiniz,
“Millet,
hazineden alınan malların hazineye intikalini istiyor. Milletin arzusu budur.
Milletin arzusu yerine getirilmelidir. Memleketi senelerce çiftlik gibi
kullanarak hazinenin paralarını partilerine aktaranlardan bir hesap sormuyoruz.
Devri Sabık yaratmamak için onların bu suçlarına bir şey demiyoruz. Sadece
hazineden alınan malları yine hazineye iade etmek istiyoruz. Hatta ellerinde
mevcut olanları istiyoruz. Şimdiye kadar yedikleri milyonlara ait bir hesap
sormuyoruz…”
CHP grubundan
Şemsettin Günaltay Menderes’e cevap veriyor.
“DP meçhul bir
akıbete doğru gidiyor. Eğer bu tasarı kanunlaşırsa neticeleri çetin olacaktır…”
Oylama
başlamadan İnönü aşağıdaki konuşmayı yapar ve oylama esnasında CHP Meclis’i
terk eder,
“Bu kanun
tasarısı ruhuyla, metniyle, her türlü usulü ile Anayasa’ya aykırıdır. Bu tasarı
hukuk prensiplerine, insan haklarına, Cumhuriyetin itibarına kastetmek
hareketidir. Bu kanun tasarısı iktidar başında bulunanların TBMM’ne karşı bir
zorlama teşebbüsüdür… Biz hukuk dışı rejimin kurulmasıyla karşı karşıyayız.
Açıktan tatbikata başlanan bu yeni rejimle vatandaş sorgusuz müdafaasız mahkûm
edilmektedir. Tarih kürsüsünden halinizi seyrediyorum, suçluların telaşı
içindesiniz…”
Sinan Bey bütüne
bakınca anlam ne kadar değişiyor değil mi? İnönü’nün bu sözleri öfkeyle sarf
edilmiştir. Zira hazinenin mallarını hazineye iade etmek istemekle,
cumhuriyetin itibarına kastetmenin ne ilgisi var. Bilakis bu işlemle Cumhur’a
saygı ve cumhurun haklarının yerine getirilmesi söz konusudur. Sinan Bey bu işi
CHP değil de DP yapmış olsaydı, düşünebiliyor musunuz neler yazılır, ne
suçlamalar yapılırdı? Allah bilir Yassıada’da örtülü ödenek, köpek davası gibi
mahkûmiyetler verilirdi. Ama CHP yapınca eylem birden meşru oluyor, hatta yine
çevirip DP aleyhinde kullanılabiliyor. CHP’liler salonu terk etmiş, oylama
yapılmış ve Menderes söz alıyor,
“Getirdiğimiz
kanun nedir? Hazineden çalınan malların hazineye, millete iadesini istiyoruz.
Bu kanun neden memlekette huzursuzluk yaratsın. Takrir-i Sükûn kanununu mu
kabul ediyoruz? Darağaçları mı kuruyoruz? 1946 seçimleri yapılıyor da sizleri
bu kararınızdan vaz geçirmeye mi çalışıyoruz? Eskiden ya Girit ya ölüm
şeklindeki levhalarla mücadele edilirdi. Şimdi ise Halk partililer ya iktidar
ya ölüm diye mücadele ediyorlar. Aslanlar gibi dövüşeceğiz size bunun hesabını
soracağız diyorlar… BİZ HALK PARTİSİNİN MALLARINI HAZİNEYE İADE ETMEKLE
ATATÜRK’Ü KALKAN YAPIYORLAR. SİZ BU GEREKÇE İLE ATATÜRK’Ü İTHAM EDİYORSUNUZ
DİYORLAR. BİZ ATATÜRK’Ü BAŞIMIZIN TACI YAPMIŞIZ. BİZ ONU EN AZİZ HATIRA OLARAK
MUHAFAZA EDİYORUZ. ATATÜRK MEMLEKETİ YOKTAN VAR EDEN BİR DEHADİR. BU MESELEDE
GÜYA ATATÜRK’Ü BİZİMLE KARŞI KARŞIYA GETİRMEK İSTİYORLAR. Biz onun hatırasında
milli tesanütü (uyumu) bulmaktayız. Onlar Atatürk’ün zamanında alınan
makineleri İstanbul’a gönderip elden çıkarmışlar. ATATÜRK HALK PARTİSİNİ
DÜŞÜNSEYDİ MALLARINI HALK PARTİSİNE BIRAKIRDI. HÂLBUKİ ATATÜRK ÇİFTLİKLERİNİ
DEVLETE, DİĞER MÜLKLERİNİ KORUMAK İSTEDİĞİ ZEVATA, BİR KISMINI DA DİL TARİH
KURUMUNA VERMİŞTİR…”
İlginçtir
hazineye intikal eden CHP kullanımındaki devlet mallarının büyük bir kısmı,
kısa bir süre sonra gençlik kuruluşlarının kullanımına verilmiş. Örneğin CHP İl
Merkezi, Talebe Federasyonuna veriliyor. DP bu işi iyi niyetle yapmıştır ama
CHP’nin, gençlik kuruluşlarını elde etme çabalarını görmemiştir. İlerde 27
Mayıs darbesi felaketine giden süreçte bu kuruluşlar aktif rol oynamışlardır.
Sayın Sinan
Meydan gelelim Menderes’in sivil diktatörlük kurduğu suçlamasına. Lütfen
elinizi vicdanınıza koyun ve akıl, mantık ışığında düşünün. Celal Bayar, Adnan
Menderes eğer diktatör olsalardı, 27 Mayıs sabahı darbecilere kuzu gibi teslim
olurlar mıydı? Dünyanın her yerinde asker kökenli olsun, sivil olsun diktatörler
askerden, polisten hatta eğitimli bir takım sivil güçlerden muhafız kuvvetleri
oluşturup onlarla birlikte çalışmazlar mı? Örneğin Saddam Hüseyin, Beşer Esad,
Mussolini, Hitler, Stalin’e karşı 27 Mayıs gibi bir darbe yapılabilir miydi?
Bunu gayet iyi bilen İnönü, Tahkikat Komisyonu ve Selahiyetler Kanununun
tartışıldığı günlerde, Meclis’te şu cümleleri boşuna sarf etmemiştir. İnönü,
“Kore Başkanı
Syngman Rehee kurtuldu mu? Üstelik onun ordusu, polisi, memuru onun
elindeydi. Hâlbuki sizin elinizde ne ordu, ne memur, ne üniversite, ne de polis
var! Olur, mu böyle baskı rejimi? Muvaffak olur mu?...”
İnönü’nün şu
sözleri bile kimin diktatör olduğunu kimin olmadığını açık seçik ortaya
koyuyor. Bayar, Menderes’in elinde ne ordu varmış, ne polis, ne üniversite, ne
de memur. O halde bunlar nasıl diktatörlerdir? İnönü’nün sözlerinden
anlaşıldığına göre ordu da, polis de, memurlar da, üniversite de kendi elinde
ve siz hala İnönü değil Menderes diktatördür diyorsunuz. Bu nasıl bir mantık
çözen varsa beri gelsin. Bakın rahmetli Menderes Yassıada
Mahkemelerinde diktatörlük suçlamasına karşı neler demiş, kayıtlarda
bulabilirsiniz,
“Dikta rejimine
gidilmek istenirse en evvel bir kuvvete dayanmak ihtiyacı hâsıl olur. Silahlı
kuvvetlerimizin en küçüğünden en büyüğüne kadar başında bulunan subay ve
kumandanlarımızın bir teki ile dahi bu mevzuda bir araştırma ve anlaşma zemini
hazırlayacak en küçük temas ve teşebbüs olmamıştır. Böyle bir şey olsaydı
çoktan meydana çıkardı. Diğer taraftan İstanbul’daki üniversite olaylarının
merkezi hükümet için ani ve sürpriz halinde vukua geldiği ve derhal idare-i
örfiye (sıkıyönetim) ilanıyla vaziyeti ordumuza tevdi etmekte hiç
gecikmediğimiz duruşmalar esnasında da müşahede buyurulmuş hakikatlerdendir…”
İdamla
yargılanmasına rağmen sözlü savunması bile yaptırılmayan
ve gerekçesiz olarak idam kararı yüzüne okunan Maliye Bakanı
rahmetli Hasan Polatkan’ın yazılı savunması sonradan ele geçirilmiştir.
Savunmadan bir iki aktarım yapıyorum,
“-On binden
fazla mevcudu bulunan İstanbul Üniversitesinde, talebenin 28 Nisan 1960 günü
nümayiş yapacağı İstanbul valiliğince öğreniliyor. Üniversitenin bahçesinde
heykel etrafında toplanan talebeyi dağıtmak için bir jeep içinde dört polis
memuru gidiyor ve sonrada oradan kaçıyorlar. Hadisenin takdim şekli ile bu
polis arasındaki gülünç hal meydanda. Böyle dikta polisi mi olur?
-Parti grubu
1955’de hükümeti istifaya mecbur bırakıyor ve hükümet düşüyor. Böyle bir dikta
hükümeti olur mu?
-Muhalefet
partisi ayaklanma metotları ile çalışabiliyor, muhalefet partisi lideri evinde
25 emekli generalle toplantı yaparak bunu matbuata aksettirebiliyor ve Meclis
kürsüsünde ordunun, polisin, jandarmanın iktidarla beraber olmadığını da
sözlerine ilave etmek suretiyle ihtilalden ve ihtilalin meşruiyetinden
bahsederek konuşmalar yapabiliyor, bütün vatan sathı miting sahası haline
gelebiliyor. İktidara karşı açıkça tebliğler neşir olunabiliyor. Böyle bir
memlekette diktadan bahis olunabilir mi?
-Basın en ağır
neşriyatı dilediği gibi yapabiliyor. Gazete ve mecmuaların bütün sayfaları
sadece iktidarı hırpalamaya, ezmeye, iktidarı devirmeye hasır olunabiliyor.
Basının baskı altında olduğu ileri sürülebilen 1959 yılında yapılan ve iktidara
ateş püsküren yazılar yüksek huzurunuzda vesikalar diye okundu. Basının bu
tarzda çalışabildiği yerde dikta vardır denir mi?
-Üniversite
muhiti muhalif partinin faaliyet sahası oluyor, muhalefetin gençlik kolu
teşkilatı öğrenciler arasında kol salıyor, muhalefete mensup kadınlar kolu
teşkilatı evleri, sokakları, mahalleleri içine alarak teşkilatlanabiliyor.
Muhalefetin bu militan kuvvetlerinin kongreleri, kapalı ve açık yer
toplantıları ile diledikleri gibi çalışabiliyor ve bu partizanlar gençliğin
masum hissiyatını dilediği gibi teşvik ve tahrik edebiliyor, olaylar
yaratabiliyor. Böyle bir memlekette diktatörlükten, diktaya gidişten bahis
olunabilir mi?
-Profesör
okullarda din dersti konuldu diye Maarif Vekâleti aleyhine dava açabiliyor.
Profesörler kürsülerinde ilmi tetkik ve siyasal iktidar olayını izah namı
altında hükümet, iktidar ve Meclis aleyhinde konuşabiliyorlar. Muhalefet
partisinden mebus iken seçilmeyip açıkta kalan profesörler tekrar fakültelerine
dönüp kürsülerine oturabiliyorlar. Böyle bir memlekette diktadan, diktaya
gidişten bahis olunabilir mi?
-Parti grubunda
kürsüde konuşan bir mebusa müdahale eden bir başvekile diğer bir mebusun, 2sus
da oturup dinle’ diye bağırıp başvekili susturabildiği, diktaya gidişin had
safhası telakki edilen 1960’da parti grubunda mebusların acı ve sert
konuşmalarına dayanamayan Başvekilin istifa ettiğini bildirerek kürsüden inerek
salonu terk ettiği bir grup içinde diktaya gidişi desteklemekten,
diktatörlükten bahis olunabilir mi?
-O rejimde
(diktatörlüğü kastediyor) insanlar kendi evlerinin içinde konuşmaya korkarlar,
kendi aile fertlerine bile itimat etmezler. Jurnaller, ihbarlar birbirini
kovalar. Kimse o jurnallerin, ihbarların hakikat dereceleri ile alakalı
değildir. İhbar olunan, alınıp götürülenler maddi ve manevi tazyik altında
yapılan soruşturmalar, insanları hayattan bıktırır. İhanetler insanlığı
öldürür.
-O rejimde
iktidar, hükümet, Meclis aleyhine toplantı yapmak hayaldir. Kürsülerde ihtilal
konuşmaları değil, rejim aleyhinde nazik bir tenkit bile muhaldir. O rejimde
askeri bir disiplin hâkimdir. Muhalefet yoktur.
-Dikta rejimini
benimsemeyenlerin yeri toplama kamplarıdır. Dikta idaresinde bilim adamı rejim
aleyhine beyanat veremez, matbuatta rejim aleyhine yazı yazamaz, ilim adamı
diktayı meth etmediği zaman vatanını terk mecburiyetinde kalır. Diktaların
ideolojisi vardır. O ideoloji ilim, sanat, eğitim de dahil olmak üzere bütün
sahalara şamildir. Diktatörler, içlerinde hissettikleri itimada ve iyi niyete
güvenerek oturmazlar. Ya tamamen askeri kuvvete yahut hem askeri kuvvete hem de
askerce teşkilatlandırılmış milis kudrete dayanırlar.
-Ey insaflı ve
vicdanlı hâkimler. Şu tasvir ettiğim rejim, Türkiye’de 1950’den sonraki on
yıllık rejim midir? Ve ben böyle bir rejimin tahakkuku için yardımcı mı oldum?
Hayır, bin kere hayır…”
Rahmetli
Hasan Polatkan’ın bu akıl dolu savunması Yassıada mahkemelerinde yaptırılmadı.
Salim Başol, Polatkan’ı celsenin son 10 dakikasında çağırıyor. Polatkan süre az
savunmam yetişmez diyor. Başol’da kısa kes o zaman diye cevap veriyor. Polatkan
idam ile yargılandığım bir davada savunmamı yapmayayım mı, diyor. Başol her
zamanki kaba, sert, ürkütücü sesiyle, ‘zaten sen çok konuştun, yapmazsan yapma,
geç yerine’ diyor ve savunma yaptırılmadan, gerekçe okunmadan Polatkan idama
mahkûm ediliyor. Siz bu tür insanların sahneye çıktığı 27 Mayıs Darbesi
felaketine devrim diyebiliyorsunuz.
Diktatör
kelimesinin sözlükteki tanımı nedir? ‘Bütün siyasi yetkileri kendinde toplamış
olan kimse, zorba’ Bu tanım krallık, Padişahlık, Şahlık, Çarlık gibi
yönetimlere, Duçe, Fuhrer, şef gibi yöneticilere uymaktadır. Ama seçimle
iktidara gelmiş, iktidarda iken iki seçim daha kazanarak iktidarını sürdürmüş,
yönetimi esnasında muhalefetten emsali az görülür derecede sert, yıkıcı
eleştiriler almış ve ülkeyi parlamenter bir rejimle yönetmiş bir iktidara,
politikacılara bu tanım asla uymamaktadır. Yandaki zafer gazetesi 16 Mayıs 1960
tarihlidir. Menderes Eskişehir’de kendisini dinleyen, sevgi gösterileri yapan
mahşeri bir kalabalığa, ‘YOLUMUZ SEÇİM YOLUDUR, SERBEST SEÇİM YOLUDUR’ diyor ve
böylece seçimi ilan etmiş oluyor. Ama heyhat darbe 11 gün sonra alelacele
tarihi öne alınarak yapılıyor. Bunu niye eleştirmiyorsunuz?
Sinan Bey daha
önceki yazılarımızda Tahkikat Komisyonunun, dönemin 1924 Teşkilatı Esasiye
Kanununun 22 maddesine ve içtüzük 177 maddeye göre oluşturulduğunu, dolayısıyla
son derece yasal bir uygulama olduğunu belirttik. Hatta daha önceki Tahkikat
Komisyonu önerilerinin adeta tamamının CHP’den geldiğini örneklerle anlattık.
Vatan Cephesi uygulamasından önce CHP’nin Güç Birliği Ocakları’nı kurduğunu
yani ocak bucak uygulamasını CHP’nin başlattığını örneklerle izah ettik. İspat
Hakkı’nın 1949 yılında CHP yönetimi tarafından rafa kaldırıldığını, aynı
şekilde Köy Enstitülerinin de işinin 1949-50 yıllarında CHP yönetimi sırasında
bitirildiğini örneklerle izah ettik. Rahmetli Menderes’in, 1955’de grup
toplantısında ‘Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz’ demediğini, bunun
yerine ‘Sizi isterseniz Anayasa’yı bile değiştirebilirsiniz’ dediğini kaynak
göstererek anlattık. Ama nafile siz kulaklarınızı bu gerçeklere tıkamış, 1960
ve öncesi dönemde DP’ye, Bayar ve Menderes’e savaş açmış, yalan haberlerle
ülkeyi darbeye sürüklemiş bir basını ve darbecilerin kendilerini
meşrulaştırmaya çalıştıkları anı kitaplarını belge olarak kullanıyorsunuz.
Birazcık düşünseniz dersiniz ki, Menderes döneminde basın bunları yazdıysa
demek ki, aşırı hürriyet vardı o zaman. Ama siz kafanızda yarattığınız ve kötü
bellediğiniz hayali bir DP ve Bayar, Menderes imajını anlatıp duruyorsunuz.
Eleştirileriniz mantıktan o kadar uzaklaşıyor ki, örneğin Atatürk’ü unutturmak
için paralardan, pullardan Atatürk resimlerini çıkarıp kendi resimlerini
koyanları, Atatürk büstlerini, heykellerini kaldıranları onun yerine kendi
büstünü yaptıranı, Anıtkabir inşaatına gerekli tahsisatı çıkarmayıp sürüncemede
bırakmak süretiyle, Atatürk’ün naaşını Etnografya müzesindeki köşesine terk
edenleri en ufak bir şekilde eleştirmiyorsunuz. Buna karşılık eleştiri
oklarınızı bu çarpık durumu düzelten, Atatürk resimlerini, büstlerini yerlerine
yerleştirenleri, Anıtkabir inşaatını süratle bitirenleri ve Atatürk’ü saygıyla
anıp, baş tacı edenlere, ‘Atatürk Hatırasına Saygı’ kanununu
çıkartanlara çevirebiliyorsunuz. Size göre Bayar, Menderes’in yaptığı bu
vefaya dayalı işler, sadece İnönü’yü ekarte etmek içinmiş, el insaf. Sinan Bey
bir takım beyanatları, olayları sizin gibi cımbızla çekerek anlatmak çok
yanıltıcı olur. Değerlendirmeler yapmak için daima olayların bütününe bakmak
lazımdır. Benim sıkça kullandığım bir örnek vardır. Kuranı Kerim’in bir
ayetinde ‘namaz kılmayın’ yazıyor. Tek başına bu cümle çok yanıltıcı sonuçlar
verir. Zira bir üst ayete baktığınız zaman ‘içkili’ ifadesini görüverirsiniz.
Ama siz işinize gelen cümleleri, beyanatları çekip çıkarıp kullanmışsınız.
Ayrıca sadece darbecilerin anılarını, Menderes düşmanı Şevket Çizmeli gibi
şahısların yazılarını okuyup, 1975 doğumlu siz 1960’daki olayları, insanları
değerlendirip, onlar hakkında hüküm kesiyor ve mahkûm etmeye çalışıyorsunuz.
Sürekli Menderes ve DP aleyhine yazılar yazıyorsunuz ve bir kerecik olsun o
dönemi bizzat yaşamış olan bizler ile bir kelime konuşmuyorsunuz. Bu nasıl bir
akademisyenliktir?
Temmuz 2017,
Fenerbahçe
(*)
HASAN EMRE OKTAY Hakkında;
"H. Emre Oktay, 27 Mayıs 1960 darbesinde 13
yaşındaydı. İstanbul Emniyet Müdürü olan babası Faruk Oktay Yassıada'ya
götürüldü. Darbe mahkemesinde idamla yargılanacaktı. Sonuçları önceden
kararlaştırılmış olan kurgu mahkeme daha başlamadan Faruk Oktay'ın ölüm haberi
geldi. Babasının hangi şartlarda öldüğünü, daha doğrusu öldürüldüğünü ortaya
çıkarmak için Hasan Emre Oktay uzun yıllar uğraştı, araştırdı. H. Emre Oktay'ın kitabı, Yassıada ve darbe günlüklerinde
yaşananları anlatıyor, büyük babam Celal Bayar, Adnan Menderes tüm DP
milletvekillerinin götürüldüğü Yassıada'yı hissederek yazıya dönüştürüyor.
Kendisine gönülden teşekkür ediyorum.”
Prof.
Dr. Emine Gürsoy Naskali"
***
HASAN
EMRE OKTAY
"1947 yılında İstanbul Kalamış'ta doğdu. 13 yaşında iken ailesi
ile birlikte, 27 Mayıs 1960 Darbesinin ve destekçilerinin acımasız
davranışlarına muhatap oldu. Darbe öncesi İstanbul Emniyet Müdürü olan babası
Faruk Oktay Yassıada'da sorgulamalar sırasında öldü???
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü,
ICS Fitness and Nutrition Cerification... Ruh sağlığı amaçlı fitness
programları organize etti. Ege Seramik AŞ. Paşabahçe Tic. Ltd. gibi
şirketlerde çalıştı, bir süre de serbest çalıştıktan sonra 1996 yılında SSK'dan
emekli oldu. Bu tarihten itibaren tüm çalışmalarını sosyal psikoloji ve yakın
tarihimize yöneltti. 27 Mayıs darbesi ile ilgili anılarını 'Yassıada' adlı kitabında topladı.
27 Mayıs ve Yassıada yaşantısının öykü-belgesel tarzında 'Adnan Menderes Nasıl Öldürüldü' adlı kitabında okuyuculara sundu.
1950-60 DP dönemini ve 27 Mayıs Darbesinin içyüzünü 'Yalanlar Aldananlar ve 27 Mayıs' kitabında irdeledi. Çeşitli
dergilerde ve TV yapımlarında DP dönemi, 27 Mayıs, Yassıada ve yakın tarihimize
psikolojik açıdan bakan programları yayımlandı. Ayrıca 'Kıbrıs Sorunu', 'Ermeni
Sorunu' adlı kitapları yayımlanmıştır.
İç Mimar Ülkü Oktay ile evli olan H. Emre Oktay'ın Nimet Zeynep
Oktay adında bir kızı vardır. Halen İstanbul Fenerbahçe'de oturmaktadır."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder