30 Mayıs 2013 Perşembe

27 Mayıs 2013, 53.kara ve kayıp yıl..

[tıkla/LİNK] ::: Türk Milleti'nin reddettiği ihtilâl!..

İddiacı ve iftiracılar bilsin ki!..
Mustafa Nevruz SINACI
27 Mayıs, Türk Dünyası’nın büyük kırılma, Milli Mücadele düsturu, Atatürk ilkeleri ve Türk inkılâbını ilga, şerefli maziyi hafızalardan silme teşebbüsü ve yakın Türk tarihinin en elemli kâbusudur. Bu uğursuz şeamet ve bedhahların bekraundu üzerinden 53 yıl geçti. Ama halâ acıtan, ıstırap veren ve henüz tedavisi kabil olmamış, kamu vicdanında kanayan bir yara..
Bu nedenle, sulbünün (zürriyet, soy, sülale) üstüne mezar toprağı ve nifak tohumları serpilen, geleceği karartılan ve makûs bir talihe mahkûm edilen millet; hâlâ gaflet, (paralize) dalâlet ve şeamet uykusundan hıyanete uyanamadı.
Aradan geçen 53 yıla rağmen, ne siyaset ve ne de kadim millet 27 Mayıs’ın muzlim karanlığından aydınlığa çıkamadı... Aslen ihanet şebekelerinden olup, zahiren Atatürkçü görünen sahtekârların ve dini siyasete alet ederek, vurguna soyunanların farkına varamadı!
Dahası, tıpkı “ilâh, silâh ve ilâç tüccarlığı” yaparak insanlık âleminin kanını emen emperyalist vampirler ile vahşi kapitalistler gibi; ‘İleri demokrasi, insan hakları, adalet ve hukuk’ söylemleri ile sözde ‘barış, helâlleşme ve kardeşlik’ adına açılımlar yaparak; Asil ve kadim Milleti dönüştürüp bölmeye kalkışan simsarların oyunlarını da idrak edemedi!..  
Lâkin Darbeleri Araştırma komisyon faaliyette… Bizce son derece haklı, doğru ve yerinde; Silsile-i meratip ve meşru müdafaa dâhilinde (emir ve komuta zincirinde) vaki 12 Eylül yargıda. Demokratlar olarak şiddetle karşı olduğumuz, nefretle kınadığımız 28 Şubat ise; milyarlarca dolar soygun, vurgun ve aleni yolsuzluğa-soysuzluğa rağmen, asli failleri ‘mağdur’ hanesine duhul edilerek “siyaseten” mahkemede.. Bu bir çelişki ve kepazeliktir.
Soygun-vurgun erbabını sigaya çekmemek; Adalet ve milletle alay etmektir. Zira 28 Şubat, tam bir “hesaplaşma - yüzleşme, tüyü bitmemiş yetimin, masum ve mazlumun hakkını tahsil ve tazmin” biçiminde muhakeme edilmedikçe, üstüne sinen şaibe asla kalkmayacak ve kamuoyunda: “28 Şubat aslında, Milli Görüş’ü iktidara taşımak için sahnelenmiş menfur bir oyun ve tezgâhtır” şüphesi zail olmayacaktır…
Öyle ise, hükümet, hesaplaşma ve yüzleşmeye ‘doğru yerden’ başlamak zorunda idi. Geçmişle yüzleşmek ve darbelerle hesaplaşmak: TC’nin çökertilerek, düşürüldüğü yerden kaldırılmasına matuf olmak üzere; Sorgulama ve yargılamaya 27 Mayıs isyanı ile başlamak şarttı. Geç değil. Nasıl olsa kurulu bir komisyon var. “Niyet hayr, akibet hayr” hakikatinden hareketle; Eğer, en kısa sürede 27 Mayıs yargı önüne çıkartılır ise amenna! Değilse, tüm olup bitenler, yukarda ifade edildiği gibi düzmece, lânetli mbk cuntasının kurmaya cüret ve cesaret gösteremediği; İstiklâl Mahkemelerinin zıttı “İnkılâp Mahkemelerinin” zımnen ya da fiilen devreye sokulması gibi bir yönelim anlamına gelir..
27 Mayıs Nedir? 
Bir ihtilal midir? 
Darbe midir? 
Fiili durum mudur?
Öncelikle bu olayın hukuki adını koyalım. Bana göre 27 Mayıs olayı, bilinçli bir Ordu hareketi değildir! Dolayısıyla Şerefli Türk Ordusunu bu bühtandan uzak tutmak şart.. Her ne kadar 27 Mayıs isyanı, asker libasına bürünmüş sergerdelerce alçakça icra edilmiş olsa bile; Mezkür kalkışmada emir-komuta zinciri bulunmadığı cihetle, menfur olayın ordu iradesiyle vuku bulduğunu iddia etmek abestir. Çünkü o günün yasal Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun ve bütün Kuvvet Komutanları; Atatürk ve Türk Milleti adına hareket ettikleri yalanını kullanan menfur isyancılar tarafından “kalleşçe” tutuklanmıştır.
Ancak!.. 
Bu gün, bu cihetle Silivri davalarını eleştirenler bilmelidir ki:
27 Mayıs günü ordumuzda 260 general görev yapıyordu. Bu generallerin 235’i, hain isyancılar tarafından emekli edildi. Çoğunluğu albay, yarbay ve diğer kademelerden olan 13 Bin subay Maarif Bakanlığı (MEB) emrine verildi. Tazminatları ABD tarafından karşılanan 5 bin Subay ordudan uzaklaştırıldı. Sonuç: Generaller dâhil, Türk Ordusu’nun tasfiye sürecinde 235 + 13 000 + 5 000 = 18.235 Subay, Üst Subay ve General ile 1936 askeri öğrenci olmak üzere: 18.235 + 1.936 = 20.171 askerin “Milli Ordu” ile ilişiği kesilerek, menfur bir temizlik ve tasfiye hareketi ile; Şerefli Türk Ordusu “Peygamber Ocağı” dumura uğratılmak istendi...

Ödenmekte olan bedel...
Mustafa Nevruz SINACI
Nitekim bundan sonraki aşamalarda sırasıyla 1111 Sayılı kanun, Yönetmelik, tamim, talimat ve yönergelerde yapılan meş’um değişikliklerle önce: Asker kişilerin yabancı uyruklu (gayrimüslim) kadınlarla evlenme yasağı; Azınlıklar üzerindeki (lüzumlu ve zorunlu) kısıtlar; Nesebi gayrisahih olanlar için uygulanan tedbirler; Askerlik mesleğine katılmada aranan “alt ve üst soyda fahişelikle müştegil mazarrattan ariyet; Süfli işlerle uğraşan akraba ile mukarreb olmamak;, Müslüman bir soy lüzumu gibi özel, önemli, hayati ve özellikle görev stratejisine münhasır zorunlu şartların ilgası ile Türk Ordu’suna çok büyük darbeler vurulmuş olmakla;
1960’dan sonra Harp Okullarından itibaren Ordu’da: Merkezi yurtdışında yer alan bir Yahudi tarikatı masonluk ile menfur türevleri lions ve rotary kulüp üyesi kripto, sabe, dönme ve devşirmelerin (Peygamber Ocağı’nda) makam-mevki, yetki ve rütbe sahibi oldukları büyük üzüntü ile müşahede olunmuştur. Derdest olan davalara bakıldığında ise: Hiç biri Milli Ordu ve kutsal askerlik mesleği ile bağdaşmayan casusluk, fahişeler ve/veya fahişelikle iştigal, din düşmanlığı, terör ve tedhiş örgütü ile iştirak ve işbirliği., gibi utanç verici suç ve suçlamalarla yargılananların varlığı korkunç bir şeamettir. İşte bu şeamet, ihanet, gaflet ve dalalet 27 Mayıs isyanının doğurduğu lânet, elim felâket ve melânetin beklenir sonucudur.
Bu organize teşekkül ve teşebbüs, tıpkı Osmanlı’da Patrona Halil ve Milli Mücadele öncesi mütegallibenin Ordu’yu tasfiye girişimi gibidir. Atatürk’ün 1924 (1928) Anayasasının ilgası; TBMM’nin kapatılması ve Cumhuriyetin kesintiye uğratılması gibi “tam hukuksuzluk” haline rağmen CHP’nin tek taraflı olarak kapatılmaması; Aleni iştirak ve işbirlikçiliktir.
Anayasa Mahkemesinin 1963/83 sayılı iğrenç Tedbirler Kanunu’nun, sözde özgülükçü olduğu iddia edilen 1961 a.yasasına aykırı olmadığına karar vermesi; yasanın1. Aydemir artçı darbe girişiminin akabinde çıkması; Yasayla, kadim DP lehi ve 27 Mayıs aleyhine beyan ve ifade suçtu. Konuşan ve yazanlar 5 yıla kadar hapis cezasına çarptırılacaktı. Eğer yasa, 1961 anayasası ile uyumlu ise malum ve mezkür anayasa özgürlükçü olabilir mi?
Elbette olamaz. Zira aynı anayasa Demokrasi, insan hakları, adalet ve hukukun askıya alarak; Bütün Anadolu’da infaz timleri ve toplama kampları kurulmasına; kadim DP evrakının müsadere ve partinin “usulen tefhim” daha açık bir ifade ile belâ savma bab’ından bir dava ile re’sen kapatılmasına mütedair karşı tedbir veya evrensel hukuk hükümlerine dair amir bir atıf içermemekle; Bil’âkis., Ata-Türk ilkeleri ve Türk İnkılâbının “Hâkimiyet Kayıtsız ve Şartsız Türk Milletinindir” emri icabı “devlet idaresinde, millet iradesinin hâkim unsur” olarak kabul, ilân ve tesciline dair hükmü yok sayarak; Bazı antidemokratik sulta ve cuntalardan müteşekkil vesayet kurumları ihdası ile “devlet ve halk düşmanı statükoyu” oluşturmuş bulunmaktadır. 
SONUÇTA: Bir ülkede hem darbe, hem cunta, hem de Cumhuriyet olmaz. Bu yüzden 27 Mayısla birlikte Türkiye Cumhuriyeti sona ermiştir. Meclis kurulduğunda ilk söylenen söz, ‘TBMM her gücün üstündedir’ olmakla; 27 Mayıs isyancılarının Meclisi ortadan kaldırmaları, asi ve gayrimeşru olduklarının karinesidir. Dünyada Meclisin olmadığı ve fakat Cumhuriyetle yönetilen hiçbir ülke yoktur. Dolayısıyla 27 Mayıs, Türkiye Cumhuriyeti'nin cebren, vatana ihanet, silâh ve hile ile ortadan kaldırılmasıdır. Cemal Gürsel'in "Kurucu Meclis"in açılışında söylediği, "Bugün burada ikinci Cumhuriyeti kuruyoruz" sözünü unutmayın!..
            Bununla birlikte hem darbe yapıp, hem Atatürkçülük iddiaları palavradır. Hiçbir güç hem darbeci, hem de cumhuriyetçi ve Atatürkçü olamaz. Darbe, ancak "faşist", "saltanatçı" bir anlayışın ürünüdür. Tutarlı olmak istiyorlarsa, en azından açıkça “biz faşistiz" demeleri gerekirdi. Ancak o zaman, fikren tutarlı oldukları düşünülebilir. Bunun dışında söyledikleri her söz yalan, bütün iddiaları iftira, tefrika ve palavradır.
Gerçek şu ki: Menfur 27 Mayıs fetret ve nefret kalkışmasının acıları henüz bitmemiş ve yaraları sarılmamıştır. Kamu vicdanı hâlâ “iştirak” cuntasının illegal lideri İsmet Paşa’ya koşup giderek: "Paşam emirleriniz bizim için peygamber buyruğudur" diyen kriptolar ve tam bir mürailikle "Ne içindeyim, ne dışındayım" cevabını veren bedhahtan müştekidir. Biline!..
İnsan hakları, adalet, siyasi fazilet, hukuk ve Demokrasi Şehid'lerimizi; Rahmet, minnet, saygı ve şükranla anıyoruz. Aziz ve mübârek Rûhları şâd olsun...

25 Mayıs 2013 Cumartesi

ASİL İHTİLÂLCİLER !....


MİLLİ MERKEZ’İN GAZETESİ AYDINLIK 27 MAYIS DEVRİMİNİ ANLATIYOR
Kitap Eki’nin Yayın Yönetmeni H. Çubukçu: “27 Mayıs bir İhtilaldi. Bayram oldu. 12 Eylül faşizminin ilk kararlarından biriydi 27 Mayıs Hürriyet ve Anayasa Bayramını kaldırmak.”
Kitap ekinde kısa kısa irdelenen darbeci kitapları:
Dündar Seyhan: Gölgedeki Adam; Sami Küçük: Rumeli’den 27 Mayıs’a; Orhan Erkanlı: Anılar, Sorunlar ve Sorumlular;
Diğer 27 Mayıs Kitapları: Şevket Çizmeli: Demokrasi Yıldızı; Ömer Sami Coşar ve Abdi İpekçi: İhtilalin İçyüzü; Ergin Konuksever: Adnan Çelikoğlu, Bir Darbeci Subay’ın Anıları; Cüneyt Akalın: 
Askerler ve Dış Güçler, Amerikan Belgeleriyle 27 Mayıs Olayı;
Bir Yorum: “Askeri bir müdahale olmasına karşın, işaret fişeği… devrimini arayan ve çağıran kitlelerin yaktığı 27 Mayıs’ın halk tarafından şenliklerle karşılanması ve hakkında övücü şiirler yazılması açık halk desteği bulduğunun somut göstergesidir. Bayar – Menderes diktatörlüğünün… 27 Mayıs, birçok aydına göre yeni ve halkın özlemlerine dayalı, güvencesini çağdaş bir anayasada bulan bir dönemin ön adımıdır.” (Bu yorumun yanına Nazım Hikmet’in bir fotoğrafı yerleştirilmiş. Aydınlık her fırsatta bu kişiye selam gönderir !
Yalçın Küçük’ten inciler: “27 Mayıs bir Gençlik Hareketi ve Devrimidir; 27 Mayıs Kemalizm’in en Yüksek Noktasıdır; 1956 – 1966 dönemini Türkiye’de Kemalizm’in en Yüksek, en Parlak, en Yaratıcı, en Coşkulu dönemi olarak düşünmek gerekir.”      
Damla Yazıcı ve B.Sadık Albayrak: “Halkın sevgisini, coşkusunu fotoğraflarda görüyorsunuz.” Fotoğraflar Ergin Konuksever’in. Ergin Konuksever ile yapılan söyleşinden alıntılar: SORU: “27 Mayıs öncesi nasıldı? CEVAP: “Memleket kargaşa içindeydi.”
AYDINLIK Kitap Eki’ni hazırlayanlarla 27 Mayıs’ı tartışmak mümkün olmuyor. Kendilerine 2012 yılında yayımladığım 27 Mayıs –Masallar ve Gerçekler’i gönderecek birkaç soruyu yanıtlamalarını isteyeceğim:
Yukarıdaki kitapları, kitabımda, uzun alıntılar ile irdeledim ve yanlışları belgeledim. İsterlerse okuyup gerçekleri öğrenirler. Sorularım ise şunlar:
Bayar-Menderes ve arkadaşlarının, DP’nin, 1950-1954-1957 seçimlerinde aldıkları oyların ortalaması % 54. Nasıl oldu da 1961 Anayasası’nı yazan Kurucu Meclis’te TEK BİR DEMOKRAT PARTİLİ yoktu? Bu mudur çağdaş demokrasi anlayışı?  
asil ihtilâlciler!..... ismet inönü
1961 seçimlerinde DP mirasçısı partilerin (AP ve YTP) ve CKMP’nin aldığı oyların yarısı    % 56 idi. 1965 seçimlerinde AP tek başına iktidar olurken YTP ile birlikte yine % 56’nın üstünde oy almıştı. (1965’de CKMP, Türkeş’in eline geçmişti). Madem ki halk 27 Mayıs’ı iddia ettiğiniz ölçüde destekledi, madem ki Bayar – Menderes diktatörlüğünden kurutulmak istemişti, o zaman bu % 56 oylar ile CHP’nin 1961’deki % 37, 1965’de ise % 29 oyunu nasıl açıklarsınız? Açıklayabilir misiniz?
SONSÖZDEN BİR ÖNCEKİ SÖZ:
Ergin Konuksever’in ‘KARGAŞA’ içinde olduğunu iddia ettiği MEMLEKET’in coğrafi sınırlarını hatırlatayım: İstanbul’da Beyazıt Meydanı ve çevresi, Ankara’da Mülkiye – Kızılay arası. Toplam, en çok 50 kilometrekare. MEMLEKET ise 780 bin kilometrekare idi, kargaşa – margaşa içinde de değildi!
SONSÖZ:
Perinçek ve mesai arkadaşları, AYDINLIKÇILAR, bir yanda Bayar –Menderes ve arkadaşları aleyhinde yayım yaparken öte yanda AKP’ye kerhen giden Merkez Sağ oylarını geri alacaklarını düşünüyorlarsa, çok yanılıyorlar ve AKP’nin konumunu güçlendiriyorlar! 

27 Mayıs’ın İnkılâp Mahkemeleri!..:

27 Mayıs’ın İnkılâp Mahkemeleri niçin faaliyete geçmedi?
Cemil KOÇAK, 
DÜZCE YEREL HABER - 25.05.2013
İstiklâl Mahkemeleri’ni ya da Yassıada yargılamalarını hemen herkes biliyor da, çok daha yakın bir tarihte faaliyete geçmesi gündeme gelen gezici İnkılâp Mahkemeleri’ni nedense hatırlayanımız az.
27 Mayıs, Yassıada mahkemesiyle hatırlanır oldu; ama bir de İnkılâp Mahkemeleri kurulmuştu. Hayli tartışılmıştı da. Evet, yeni bir “özel mahkeme” daha olacaktı; ama en sonunda hükûmet kurulmuş olmasına rağmen faaliyet göstermemesinin daha uygun olacağı görüşüne vardı.
Mahkemelerin idam yetkisi
Yasaya göre, hükûmetin gerekli görmesi halinde, Millî Birlik Komitesi’nce (MBK) yeteri kadar sabit veya gezici İnkılâp Mahkemeleri kurulacaktı. Mahkemelerin görev yerleri MBK tarafından saptanacaktı. Mahkemelerin hâkim ve savcıları, hükûmetin bir misli fazlasıyla göstereceği adaylar arasından MBK tarafından seçilecekti. Mahkemelerin görevleri arasında; Devlet Başkanı’nın veya MBK üyelerinin veya bakanların şahıslarına karşı her ne suretle olursa olsun kavlen veya fiilen tecavüz edenleri ve millî inkılâp hareketine ve esaslarına karşı ve bunlara zarar verebilecek şekilde, her ne suretle olursa olsun propaganda yapanları, telkinde bulunanları, haber yayanları, nakledenleri veya herhangi bir faaliyette bulunanları yargılamak da vardı. Yasa, beş yıldan on beş yıla kadar ağır hapis cezası öngörüyordu. “Vahim hâllerde ölüm cezası” verilecekti. Tutuklama kararı onaya bağlı değildi. Mahkemelerin kararları kesindi. Savcıların görevle ilgili verdiği emirleri yerine getirmeyenler beş yıla kadar ağır hapis cezası ile karşılaşacaklardı. Eğer mahkemelerin kurulmasına MBK tarafından karar verilirse, kaldırılmaları da yine MBK kararı ile olacaktı.
Cemal Gürsel’in tavrı
18 Ağustos 1960 tarihli 62 sayılı yasayla kurulması öngörülen mahkemeler için yasaya göre gerekli işlemler yapılmadığından, mahkemeler faaliyete geçememişti. Hükûmet toplantısında da mahkemelerin faaliyete geçmesine henüz gerek olmadığına dikkat çekiliyordu. Yasaya göre, mahkemelerin faaliyete geçmesi hükûmetin kararına bağlıydı. Diğer yandan, MBK mahkemelerin faaliyete geçmesinden yanaydı. Başbakan Cemal Gürsel de aynı görüşteydi. Mahkemelerin faaliyete geçebilmesi için hükûmetin karar alamadığını belirtmeliyim.
‘Kürtleri de yargılayabilmeli’
Hükûmetin bir başka toplantısında aynı konu yeniden gündeme geldiğinde, Başbakan görüşünü yineleyecektir: Sivas’ta kurulan mahkeme süreci sürüncemede kalmıştı ve işler yürümüyordu. Bu nedenle özel mahkemelere ihtiyaç vardı. Hatta Başbakana göre, yasa makabline şâmil (geçmişe yönelik) olmalıydı. Mahkemeler kendi alanlarına giren ve yasanın kabulünden önceki olaylara da bakabilmeliydi. Mahkemeler Kürt aktivistleri de yargılayabilmeliydi. Sivas’ta da faaliyet göstermeliydi ve her türlü siyasî mahiyeti olan konular, mahkemelerin görev alanı içine girmeliydi.
Hükûmet müdahale ediyor
Bir başka hükûmet toplantısında da konu yeniden ele alınmıştı. Hükûmetin askerî kanadından İçişleri Bakanı Tümgeneral Muharrem İhsan Kızıloğlu, Kurucu Meclis’in de açılmasından hemen sonra bu mahkemelerin faaliyete geçmesinin anti-demokratik olacağından söz etmiş ve artık bu türlü yollara tevessül edilmesinin yanlış olduğunu belirtmişti. İçişleri Bakanı’na göre, zaten mahkemelerin faaliyete geçmesini gerektirecek önemli bir gelişme de yoktu. Ona göre, demokrasi önde geliyordu ve demokrasiye geçmek çok önemliydi. Bakanın yaptığı açıklamaya göre, yedi sekiz ay içinde toplam yalnızca 2.500 kişisel olay olmuştu. 53 kişi, Atatürk’ün büstlerini kırmıştı. Bakan yasanın artık yürürlükten kaldırılmasından yanaydı.
Eleştiri suç sayılmamalı
Sanayi Bakanı Şahap Kocatopçu’ya göre de, yasa anti-demokratikti. Bakan yasada yazılı olan ve suç telâkki edilen eylemlerin ne zaman suç olabileceğini soruyordu.  Şahısları ve makamı sert ve şiddetli eleştirmek, suç olmamalıydı. İnkılâp tehdit altında olmadığından, buna gerek yoktu. İnkılâp Mahkemeleri’ne ihtiyaç kalmamıştı. Bakan,  yasanın artık kaldırılmasından yanaydı. Ona göre, bu yasayı hâli hazırda  uygulamak artık olanaksızdı. Demokrasi yeniden gelişiyordu ve serbestlik esas olmalıydı. Tutuklamalar da kaldırılmalıydı.
İstiklâl Mahkemeleri gibi
Burada tıpkı İstiklâl Mahkemeleri’nin konumuna benzer bir yön görüyoruz. İstiklâl Mahkemeleri de yasayla kurulmuştu. Fakat faaliyete geçmeleri ancak Meclis’in kararına bağlıydı. İnkılâp Mahkemeleri’nde bu kez karar merci hükûmetti. Fakat onun önerisinin de MBK tarafından onaylanması gerekiyordu. Hükûmet önermediği için MBK mahkemeleri faaliyete geçirme imkânından yoksundu. Bir görüşe göre de, yasayı olduğu gibi bırakmak, ancak uygulamamak ve daha sonra da ilk fırsatta kaldırmak gerekirdi. Ahmet Tahtakılıç da aynı fikirdeydi; 27 Mayıs karşıtlığını yasada suç olarak tanımlamamak gerekirdi.
Kim, nerede yargılanacak?
Hükûmette bu konunun gündeme gelmesinin asıl nedeni, hâlen gözetim altında ve tutuklu bulunan sanıkların, mevcut yasaya göre mi yargılanacakları sorusuna aranan yanıttı.  Bu kişilerin hukukî durumu belli değildi. Yasanın yürürlükte olup olmadığı dahi hükûmet üyeleri arasında tartışma hâlindeydi. Kimisine göre, mahkemeler faaliyete geçmediğinden yasa yok hükmünde sayılırdı. O hâlde, yasanın yayınından itibaren işlenen suçlar, yasa kapsamında değerlendirilemezdi. Ancak mahkemeler faaliyete geçerse, yasanın yürürlükte olduğunu söylemek mümkün olurdu. Mahkemeler faaliyete geçtikten sonradır ki, yasa uygulanabilir ve yürürlükte sayılırdı. Bu, tedbir olsun diye düşünülmüş olan bir yasaydı. Kimisine göre de, yasa geçerliydi; fakat uygulamaya konulmamıştı. Askerî hâkimler bile yasanın geçerli olup olmadığını soruyorlardı.
Mahkemelerin faaliyetine izin verilmiyor
Bir görüşe göre de, mahkemelerin faaliyete geçmeden yasanın suç olarak tanımladığı eylemlerin suç sayılabilmesi mümkün değildi. Aynı şekilde bu suçları soruşturmak da mümkün değildi. İlgili yasada saptanmış olan suçları sadece İnkılâp Mahkemeleri soruşturabilirdi. Ancak onlar da faaliyete geçmedikleri için soruşturma yapılamazdı. Demek ki, yasada suç olarak tanımlanmış olan eylemler, hâli hazırda suç olarak kabul edilemezdi. Sanıklar, olağan mahkemelerde yargılanmalıydı.
Maliye Bakanı’na sorulacak olursa, yasanın da kaldırılması gerekirdi. Ekonomi de bundan olumlu etkilenirdi. Bakana göre, İnkılâp Mahkemeleri’nin faaliyete geçmesi konusunun hükûmette görüşüldüğünün kamuoyunda duyulması dahi çok sakıncalıydı. Eğer yasa kaldırılamıyorsa, bu takdirde yasanın yürürlükte olmadığını ilân etmek gerekirdi. Tutuklular da olağan mahkemelerde yargılanmalıydı. Ahmet Tahtakılıç ise, yasa uygulansa 300 ilâ 400 kişinin asılacağını öngörüyordu. Başbakan da MBK ile teması önermişti. Kemal Kurdaş da, MBK onay vermeden yasanın kaldırılmasından yana değildi.
Öneriyi MBK yapsın
Bir görüşe göre, yasanın kaldırılmasına yönelik öneri MBK’dan gelmeliydi. MBK, hükûmete hiç bilgi vermeden ve ona danışmadan yasayı kabul etmişti. Bu aşamada hükûmet, MBK’ya danışmadan ve ona bilgi vermeden yasayı kaldırırsa, bu durum, hükûmet ile MBK arasında çatışma olduğu yolunda izlenim yaratır ve dışarıdan bakıldığında da iyi görünmezdi. Hükûmet, MBK’nın kararına mukabelede bulunmamalıydı. Hükûmet, MBK karşısında yalnızca yasanın kaldırılmasından yana olduğunu belirtmeliydi. MBK nezdinde yasanın kaldırılmasından yana tavır almalı ve kaldırılması için gayret sarf etmeliydi. Fakat acele ile teenniyi birleştirerek şekilde bir adım atılmalıydı.
Başbakan da, MBK ile temas kurulmasını isteyecektir.
İlgili bakanlar, hükûmetin mahkemelere ilişkin eğilimini MBK’ya aktaracaklar ve temaslarının sonucunu yeniden hükûmetin gündemine getireceklerdi. MBK’nın da bu konudaki görüşünün öğrenilmesine çalışılacaktı. Adalet Bakanı, önce MBK’yi ikna etmeli ve ardından MBK’nın ikna olmasından sonra konuyu yeniden hükûmete getirmeliydi. Sorun askıda kalmıştı!
ABD’den her gün 40-50 telefon geliyordu 
Maliye Bakanı Kemâl Kurdaş, bir ara ihtilâl sonrasında kafaların karıştığından söz ediyor, fakat MBK içindeki 14’lerin tasfiyesinden sonra artık yeni bir havanın oluştuğuna dikkat çekiyordu. Kendisi bakan olduğu gün 60 kişi tutuklanmış ve bunun ABD üzerindeki tesiri kendisini ürkütmüştü. Çünkü tepki çok menfîydi. ABD’deki tanıdık zevattan ve ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan kendisine 40 - 50 telefon gelmişti. Bakana göre, alınacak her kararın yurt dışı bağlantıları açısından önemi vardı ve buna çok dikkat etmek lâzımdı.
***
27 MAYIS VE İNKILÂP MAHKEMELERİ
Av İsmail Küçükkılınç
27 Mayıs 1960 darbesinin ertesinde kurulan İnkılâp Mahkemeleri her ne kadar tatbik imkânı bulamamışsa da İstiklal Mahkemeleri tipinde olağanüstü bir mahkemeydi. Milli Birlik Komitesi’nin kendini “anayasa koyucu” addedip çıkardığı 12.6.1960 tarihli 1 numaralı kanun olan “1924 Tarih ve 491 Sayılı Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun Bazı Hükümlerinin Kaldırılması ve Bazı Hükümlerinin Değiştirilmesi Hakkında Geçici Kanun”un 6. maddesinde “Sakıt Reisicumhur ile Başvekil ve Vekilleri ve eski iktidar mebuslarını ve bunların suçlarına iştirak edenleri yargılamak üzere bir ‘Yüksek Adalet Divanı’kurulur” denilerek Yüksek Adalet Mahkemesi’nin kurulacağı ifade edilmişse de, gerek bu kanunda ve gerekse de sair anayasal nitelikli düzenlemelerde başkaca herhangi bir olağanüstü mahkeme kurulacağına dair bir atıfta bulunulmamıştı. 
Ancak Cemal Gürsel’in darbenin belli bir gruba yapılmadığı ve kardeş kavgasına son verilmesi için bu eyleme girişildiği beyanının toplumda makes bulmaması, bazı CHP’lilerin azgınlığı ve Demokrat Partililere reva görülen muamelelerin toplumsal tepkiye yol açacağı endişesiyle ve hassaten Demokrat Parti mensuplarının yargılanması için münasip görülen Yassıada’nın hacminin de dikkate alınmasıyla, 3 sayılı kanunla kurulan, 54 ve 56 sayılı kanunlarla tadil edilen Yüksek Adalet Divanının Muhakeme Usulüne Ait Geçici Kanun hükümlerinden daha ağır olan 62 sayılı ve 18.8.1960 tarihli İnkılâp Mahkemeleri Hakkında Kanun çıkarılmıştır.
İnkılâp Mahkemeleri Hakkında Kanun’un hükümlerine göre bu mahkemelerin kelimenin tam anlamıyla İstiklal Mahkemeleri niteliğinde olduğu söylenebilir.
Kanunun 1. maddesine göre bu mahkemeler, İstiklal Mahkemelerinde olduğu gibi yeteri kadar sabit ve gezici mahkemelerden teşekkül edecektir.
Kanunun 2. maddesinde mahkemelerin bir başkan ile iki üye ve bir savcıdan teşekkül edeceği hüküm altına alınmıştır. Bilindiği üzere İstiklal Mahkemelerinin üye yapısı da bu şekildedir. Ankara İstiklal Mahkemesi Kel Ali (reis), Kılıç Ali (üye, ilk kuruluşta reisti), Reşit Galip (üye) ve Necip Ali (savcı)’den müteşekkildi.
Kanunun 3. maddesinde İnkılâp mahkemelerinin görevleri tadat edilmiştir. Buna göre İnkılâp Mahkemeleri, Türk Ceza Kanunu’nda yer alan devletin şahsiyetine karşı suçları; yani devletin arsıulusal şahsiyetine karşı suçları, devlet kuvvetleri aleyhine işlenen suçları, bu kapsamda teşekkül halinde işlenen suçları; suç işlemeye tahrik, korku ve panik yaratma amacıyla tehdit suçlarını, cürüm işlemek için teşekkül meydana getirme suçlarını işleyenleri; ayrıca Devlet Başkanının veya Türkiye Cumhuriyeti Milli Birlik Komitesi üyelerinin veya Bakanların şahıslarına karşı her ne suretle olursa olsun kavlen (sözle) veya fiilen tecavüz edenleri; bu sayılanlar haricinde, Millî İnkılâp hareketine ve esaslarına karşı ve bunlara zarar verebilecek şekilde her ne surette olursa olsun propaganda yapanları veya telkinde bulunanları veya haber yayanları veya nakledenleri veya herhangi bir faaliyette bulunanları yargılayacaktır. Yine aynı madde hükmüne göre bu kanunun tatbikinde sıfat ve memuriyetler nazara alınmayacaktır.
Kanunun 4. maddesinde işlenen suçların cezası tayin edilmiştir. Buna göre bu suçları işleyenler, fiil teşebbüs halinde kalsa dahi 5 yıldan 15 yıla kadar ağır hapis cezasına çarptırılacaktır. 4. maddenin 2. fıkrasındaki hüküm ibretliktir ve İstiklal Mahkemelerinden esinlenmiştir. Bu fıkraya göre “vahim hallerde ölüm cezası hükmolunur”. Ayrıca bu suçların Türk Ceza Kanunu’nda tayin edilmiş cezası daha ağırsa o hükümler tatbik edilecektir.
Kanunun usul hükümleri faslının 5. maddesinde İnkılâp Mahkemelerince, 3005 sayılı kanun, yani suçüstü hükümleri uygulanacaktır. 
Kanunun 6. maddesi de yine İstiklal Mahkemelerinden mülhemdir. Bu maddeye göre savcı, tahkikatın icrası ve ikmali zımnında sorgu hâkiminin tüm yetkilerine sahiptir. Tevkif (tutuklama) ve tahliye kararları tasdike tabi değildir. Tevkif kararlarına karşı vuku bulacak itirazları başkan karara bağlar ve bu karar kesindir. Ancak sadece savcının takipsizlik kararı mensup olduğu mahkeme başkanının tasdiki ile tekemmül eder.
Kanunun 8. maddesi aynen İstiklal Mahkemelerinden kopyadır. Bu madde hükmüne göre “ İnkılâp mahkemeleri kararları kesindir. Ancak savcı ve maznun tefhim tarihinden itibaren 3 gün içinde, mahkemeden, kararın tekrar gözden geçirilmesini talep eder”. Malum olduğu veçhile ünlü bir İttihatçı da İstiklal Mahkemesinin hapis kararına itiraz etmiş, itiraz üzerine de “Aliler Divanı” hapis kararını idama tahvil etmiş ve bu İttihatçı asılmıştı.
Kanunun 10. maddesine göre bütün makam ve memurlar, hassaten bütün silahlı kuvvetler ve zabıta makam mensupları, bu mahkemeler savcılarının tahkikat, takibat veya infaza ilişkin emirlerini yerine getirmekle ödevlidir. Aynı maddenin 4. fıkrasına göre “bu emirleri yerine getirmeyenler hakkında fiil kasten işlendiği takdirde 5 yıla kadar ağır hapis, ihmal ile işlenmiş ise 5 yıla kadar hapis cezası hükmolunur”.
Kanunun 11. maddesine göre bu mahkemelerin hâkim ve savcı dışındaki tüm personeli ve hizmeti Milli Birlik Komitesi Sekreterliğinin tasvibiyle Devlet Teşkilatından temin olunacaktır. 
Kanunun 14. maddesine göre de bu mahkemelerin faaliyetine Millî Birlik Komitesinin kararı ile son verilecektir.
İnkılâp Mahkemeleri, tartışmasız İstiklal Mahkemelerinden mülhemdir. Bir eşkıya güruhu Yüksek Adalet Divanı ile yetinmemekte, bir de eğer millet darbeye, darbecilere karşı gelirse veya onlar hakkında bir şikâyet, itiraz ve memnuniyetsizlikte-velev kavlen olsun- bulunursa onları yargılamak için de bir olağanüstü mahkeme kurmaktadır. Her ne kadar Türk Milletinin bu gibi olaylarda tepkisel bir çıkışına tesadüf edilmemişse de, Demokrat Parti’nin sosyal tabanı gereği böyle bir endişenin darbecilerde varit olduğu gözlemlenmektedir. Ancak darbecilerin endişeleri vuku bulmamış, bu mahkemeler hakkında mufassal bir kanun çıkarılmasına rağmen tatbik ihtiyacı hâsıl olmamıştır.
27 Mayıs darbesi özgürlükçü değil, milleti hedef alan, onu sindirmeyi ve korkutmayı şiar edinen faşist bir harekettir. Yassıada rezalet ve melanetleri ölçü alındığında eğer darbecilere karşı kitlesel bir eylemde bulunulsaydı ve gazetelere yansıyan münferit hadiseler belli bir yoğunluğa baliğ olsaydı, hiç kuşkusuz bu kanun hükümleri aynen uygulanırdı.

24 Mayıs 2013 Cuma

54 YILLIK YALAN!..

54 yıllık sır: 
İsmet Paşa'nın kafası yarılmadı!..
KUYRUKLU BİR YALAN
VE ALÇAKÇA İFTİRA!..
(24 Mayıs 2013,  Kaynak: CİHAN)
1 Mayıs 1959'daki Uşak olaylarının şahidi, zamanın CHP Milletvekili Rıza Salıcı'nın oğlu İrfan Salıcı ve eşi Rabia Salıcı, İsmet İnönü'nün kafasının yarıldığı iddiasının doğru olmadığını söyledi.
Türkiye'yi 27 Mayıs darbesine götüren süreçte önemli bir psikolojik eşik sayılan bu hadisenin, gazetelerde anlatıldığı gibi olmadığı ortaya çıktı. Salıcı ve eşi, "Paşanın kafası yarılmadı, bandajlama olmadı. Birileri gelse, tarihe tanıklık etse diye çok bekledik. Hakikatleri konuşacağım, yalan dolan yok." dedi.
Söz konusu olaylar, Demokrat Parti'nin askerî darbeyle iktidardan indirilmesinden yaklaşık bir yıl önce yaşandı. Muhalefet lideri İnönü, beraberinde dönemin CHP milletvekilleri Avni Vural, Ali Rıza Akbıyıkoğlu, Adnan Çalıkoğlu ve Rıza Salıcı ile birlikte 50 civarında milletvekiliyle çalışmalar yapmak için Ege Bölgesi gezisi başlattı. İlk durak Uşak'ta 1 Mayıs'ta yaşanan olaylar sebebiyle ziyaret yıllarca çok tartışıldı. Bazı gazeteler, 2 Mayıs'ta gazeteler İnönü'nün kafasının DP'liler tarafından atılan taşlarla yarıldığı ve bandajlandığı haberleriyle çıktı. Türkiye'yi 27 Mayıs darbesine götüren süreçte önemli olan bu hadisenin, gazetelerde yazıldığı gibi olmadığı yıllar sonra anlaşıldı. Olaylarının görgü şahidi Rıza Salıcı'nın oğlu İrfan Salıcı ve eşi Rabia Salıcı, "Okuduğumuz şeylerin çoğu yalan yanlış. Bu yazıları görünce birileri gelse, tarihe tanıklık etse diye çok bekledik." diye konuştu.
İŞTE GERÇEKLER
29-30 Nisan'da İsmet İnönü'yü evlerinde misafir eden, 1 Mayıs Uşak olaylarının hayatta kalan görgü şahidi İrfan Salıcı, şunları anlattı: "İsmet İnönü'nün, ‘Ben Rıza Salıcı'nın evinde rahat ederim.' sözünü duyan rahmetli babam, evimize davet etti. Uşak'a her geldiğinde bizim misafirimiz olurdu. Nisan ayının sonlarında İsmet Paşa Uşak'a geldi. İstasyondan evimize kadar bir jipin üzerinde geldi. O kadar sevgi gösterisiyle karşılandı ki kısa sürede geldiğimiz evimize, binlerce kişinin sevgi gösterileriyle bir saatte zor gidebildik.
Paşa bizim evdeyken binlerce insan ziyaret etti. Uşak'a geldiği ilk gün, yoğunluktan dolayı yorulduğu için istirahate çekildi. Ertesi gün okula giden çocuklar, İnönü'yü görmek istedi ve evimizin önünde kalabalık oluşturdular. İnönü, sabah uyandığında Bacakzadeler'in evini ziyaret etmek istedi. (Atatürk'ün Yunan komutanını esir aldığı ev). O zamanın güvenlik güçleri, bu evi ziyaret etmesine izin vermediler. İnönü'nün kararlılığını görünce Paşa ile birlikte evi ziyarete gittiler ve tekrar bizim eve geldiler."
Salıcı ve eşi, 1 Mayıs günü yaşananları da çok net hatırlıyor. O gün İnönü, güvenlik gerekçesiyle önce şehre yakın noktadaki, lokomotiflerin yük almak için durduğu Uşak Şeker Fabrikası'ndan trene bindirilmek istenir. Bu teklifi kabul etmez ve kalabalık bir CHP grubu tarafından misafir olduğu evden uğurlanır. Salıcı ve eşi o günü şöyle anlatıyor: "Evimizden babam Rıza Salıcı ile birlikte İsmet Paşa tren istasyonuna giderken kalabalık CHP'liler uğurladı. Şeker fabrikasından trene bindirmek isteyenlere İnönü, istasyondan gitmek istediğini söyledi ve trene istasyondan bindi. İstasyonda diğer partililerin elemanları, ellerinde bayraklarla İnönü'yü karşıladı. Protesto etmek isteyen bir grup DP'li, ellerindeki flamaları bırakıp İnönü'nün ellerini öpmeye kalkıştı. İsmet İnönü, trenden halkı selamlarken dışarıdan kimin attığı belli olmayan küçük bir taş, fötr şapkasına denk geldi. Taş hafif denk geldiği için bir sıkıntı olmadı."
TAM BİR YÜZKARASI: 
DÖNEMİN KARTEL MEDYASI
Dönemin gazetelerinde, İnönü'nün kafasının yarıldığına ve bandajlandığına dair çıkan haberleri doğru bulmayan İrfan ve Rabia Salıcı, "Paşa'nın kafası yarılmadı, bandajlama olmadı. İnönü'nün ağzından da Uşak halkına karşı kötü bir söz çıktığına şahit olmadım." şeklinde konuştu.
Bazı gazetelerde ve kitaplardaki, İnönü'yü yakmaya kalktıkları iddiasını da cevaplandıran Salıcı ve eşi, evin zemininde bulunan sinemanın bodrumunda afişlerinin yandığını aktardı. "Sinemanın altında, bodrum katta yangın çıktı. Sinema afişleri yanmış. İsmet Paşa'ya hissettirmeden itfaiyeyle söndürdük. O sırada İsmet Paşa istirahat ediyordu. Üst katta yangın olmadı." ifadeleriyle iddiaları yalanladı.
Bu arada o gün Uşak'taki protestocu grubun, Kütahya ve Afyonkarahisar gibi yerlerden getirildiği, bir gece önce alkol aldıkları ve istasyon alanına yönlendirildikleri de iddia ediliyor.

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Demokrasi Bayramı 63 yaşında

Demokrasi Bayramı 63 yaşında
Bugün Türkiye’de Demokrasi Bayramı olarak anılan 14 Mayıs seçimlerinin 63. yıldönümü. 9. dönem milletvekillerinin seçildiği bu seçim aynı zaman çok partili sistemin uygulandığı ilk demokratik seçimi oldu. [MİLÂT] MAAZ İBRAHİMOĞLU,  14.05.2013 00:00

Türkiye’nin demokratikleşmesinde önemli bir yeri olan 14 Mayıs 1950 seçimlerinin 63. yıl dönümüne. 8 milyon civarında seçmenin oy kullandığı 14 Mayıs 1950 seçimleri çok partili hayata geçtiğimiz ilk demokratik seçimler olarak Türkiye siyasi hayatında yerini aldı. Sadece Cumhuriyet Halk Partisi’nin girebildiği seçimlerden sonra ilk defa 4 parti seçime girebildi. Bu seçimle birlikte “gizli oy, açık tasnif” sistemi de hayata geçti. Ayrıca bu seçimde CHP ve DP ülke genelinde seçimlere katılırken, MP sadece 22 ilde aday gösterdi. MKP ise sadece İstanbul'da seçimlere katıldı. Seçime katılım oranı yüzde 89,3 gibi çok yüksek bir düzeyde gerçekleşti. Söz konusu seçimin sonunda Adnan Menderes liderliğindeki Demokrat Parti 415, ismet İnönü’nün başında olduğu Cumhuriyet Halk Partisi 69, Millet Partisi 1 vekil çıkardı. Ayrıca bağımsız olarak seçime giren iki aday milletvekili olma hakkını elde etti. 

9 Mayıs 2013 Perşembe

BEYAZ İHTİLÂL!... M. Lâtif SALİHOĞLU (Yeniasya Gazetesi)

Demokrasinin milâdı: 
14 Mayıs 1950
M. Lâtif SALİHOĞLU 
latif@yeniasya.com.tr
Demokrat Parti, çok ağır bedeller ödeyerek 14 Mayıs 1950’de yapılacak genel seçimlere hazırlanıyordu. 
Kemalistler ise, içinde iktidar potansiyeli taşıyan bu partinin önünü kesmek için iki koldan var gücüyle çalışıyorlardı.
Bu kollardan birini İsmet Paşanın etrafında görünen Halkçılar teşkil ediyorlardı.
Diğeri ise, Fevzi Paşanın etrafında toplanmış bulunan milliyetçi-muhafazakâr kadrolardan müteşekkil idi.
Konuyu derinlemesine araştırdığımızda görüyoruz ki, her iki tarafa da oynayan Kemalistler, 1950 seçimlerinden önce olduğu gibi seçimlerden sonra da Demokratlarla uğraşmaktan, onları yıpratacak faaliyetlerden vazgeçmemişlerdir.
Yakın Tarih Yazıları serisinin daha evvelki bölümlerinde, 1946-50 yılları arasında yaşananları nazara vermeye çalıştık. Kısmen de, 1952’de patlak veren Malatya Hadisesinin arka planını...
Oysa, genel seçimlere hazırlanan 1950 Türkiyesi’nde daha başka mühim hadiseler de yaşandı. Bunları da sırasıyla nazara vermekte fayda var.
Mebus aday adayı patlaması 
Halk Partisinin 27 yıllık baskıcı hegemonyası, halkı usandırmış, adeta canından bezdirmişti.
1923'te kurulan Cumhuriyet tarihinin ilk muhalefet partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF), halktan büyük ilgi gördüğü halde, ne mahallî, ne de genel seçimlere girme fırsatı bulamadan kapatılmıştı. Üstelik, yöneticileri de–idam dahil—en ağır cezalara çarptırılarak...
Aradan beş yıl kadar zaman geçti ve bu kez de Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) denemesi yaşandı. Bu parti de, halkın büyük teveccühüne mazhar oldu. Mahallî seçimlere iştirak hazırlığında iken, bu parti de kapatıldı. Ondan sonra, tâ 1945'e kadar hiç kimse ortaya çıkıp da bir parti kurma cesaretini gösteremedi. Zira, baskıcı zulümkârlık had safhaya varmıştı.
Demokratik devletlerin baskısıyla, Türkiye 1945'te çok partili sisteme geçmek mecburiyetinde kaldı. İlk çok partili seçimlere, hür ve eşit olmayan şartlarda bir yıl sonra (1946 Temmuz) ancak gidilebildi.
* * *
Dört yıl sonraki 1950 seçimlerinde, ortaya hayli dikkat çekici bir durum ve tablo çıktı: Türkiye, geçmişte hiç görülmediği şekilde ve ölçüde, hür ve serbest seçimlere sahne olmuştu.
Hürriyete, demokrasiye susamış insanlarımız için mükemmel bir fırsat doğmuştu. Bu fırsatı kaçırmak istemeyen ehliyetli vatandaşlar, milletvekili aday adayı olmak için, birbiriyle yarışırcasına siyasete yöneldi.
Genel seçimlerin 14 Mayıs'ta yapılması üç ay önceden kararlaştırılmıştı.
7 Mart'ta (1950) seçilip milletvekili olmak isteyen aday adayları listesinde, adeta bir patlama olduğu fark edildi.
Müracaatta bulunanların sayısı on binlerle ifade edilir bir hale geldi. (Meselâ, sadece Elazığ'da 600 vatandaşın aday adayı olduğu tesbit edildi.)
Oysa, o tarihte yekûn 487 milletvekili seçilecekti. Seçim yarışına da üç parti (CHP, DP, MP) ile bağımsız adaylar katılacaktı.
Fakat, demokrasi havasını teneffüs etmek isteyen milyonların teveccühü, aday adaylarını da hareketlendirmiş ve onları siyaset yoluyla vatana, millete hizmette koşturmaya sevk etmişti.
Demokrat Parti nasıl şahlandı?
Demokrasi tarihimizde, 14 Mayıs'ın pek büyük bir ehemmiyeti var. 1950 senesinin 14 Mayıs'ında Türkiye'de ilk kez yapılan serbest seçimlerde muhalefet grubunu temsil eden Demokrat Parti yüzde 53 civarında oy alarak büyük bir zafer kazandı. Bu gelişme, aynı zamanda demokrasinin de zaferi oldu.
1950 yılının Mayıs'ında tek başına iktidara gelen Demokrat Parti, 7 Ocak 1946'da kuruldu. DP'yi kuranlar, bir süre önce çeşitli konularda ihtilâfa düştükleri Halk Partisinden (CHP) koparak, yahut ihraç edilerek ayrılan ve nisbeten liberal olarak bilinen bir grup siyaset adamıydı.
DP'nin kurucuları arasında ismi ön plana çıkan şahsiyetler şunlar: Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Refik Koraltan. Bu isimler, aynı zamanda sekiz ay evvel CHP grubuna verilen "Dörtlü Takrir"e imza koyan kişiler.
Türkiye, yeni teşkil edilen Birleşmiş Milletler Teşkilâtına (BM) kurucu üye olabilmesi için, çok partili sisteme geçmek mecburiyetindeydi. İşte, gayr–ı memnunların Halk Partisinden ayrılarak yeni bir parti kurmalarını kolaylaştıran süreç de böylece başlamış oluyordu.
İlk önce Millî Kalkınma Partisi kuruldu. Hemen ardından da Demokrat Partinin kurulması çalışmalarına başlandı.
Gitgide Halk Partisinin baskıcı, totaliter mânâdaki fikir ve politikalarından uzaklaşan Demokratlar, Temmuz ayında yapılacak genel seçimlere doğru CHP ile aralarındaki makasın büsbütün açıldığı, hatta siyaseten birbirine tamamen ters bir istikamete düştüklerini fark ettiler.
Bu noktada, Üstad Bediüzzaman'ın işaret ettiği "Demokratlar, siyasî meslekleri itibariyle Halkçılara zıt" bir kıvama geldiği, kamuoyunca da büyük ölçüde anlaşılmış oldu.
Artık, geri dönüşü yoktu bu işin. 21 Temmuz'da genel seçimlere gidildi. Ne var ki, iktidardan düşme korkusu yaşayan Halk Partisi, tedbiren öyle bir seçim sistemi uygulattı ki, demokrasi adına utanç duymamak elde değil.
Kısaca "Açık oy, gizli sayım" usûlünün uygulandığı 1946 seçimlerinin bir diğer ismi de "sopalı seçim", yahut "süngülü seçim" diye kayıtlara geçti.
Bu ağır şartlar altında yapılan seçimlerde, DP şiddetin fazla uygulanamadığı sadece İstanbul ve birkaç vilayette milletvekilliği kazanarak Meclis'te grup kurdu.
Bu tarihten yaklaşık iki sene sonra ise, DP'ye yönelik dehşetli bir bölme harekâtı yapıldı. 1948'de Fevzi Paşanın başkanlığında kurdurulan Millet Partisine, Demokratların toplam 60 kadar olan milletvekillerinin yaklaşık yarısı transfer edildi. MP'ye geçenler ise, daha ziyade milliyetçi/mukaddesatçı olarak bilinen siyasilerdi.
Böylelikle, DP'nin içi adeta boşaltılmış oldu. Ne var ki, 14 Mayıs 1950 seçimlerine bir ay kadar kala, MP'nin fahri başkanı Fevzi Paşa ölüm yatağına düştü.
Önemli bir başka gelişme ise, "dinci" gazete ve mecmuaların hemen tamamı Milletçileri desteklemesine mukabil, Bediüzzaman Said Nursî ve talebeleri ise "Demokratlara nokta–i istinat" olduklarını izhar ettiler. Hatta, Nur Talebelerinden bazıları Demokrat Partinin teşkilâtlarına kaydını yaptırıp resmen de vazife aldılar.
İşte, bu dostane tavrın memleket sathında duyulmasıyla birlikte büyük moral kazanan Demokratlara halkın desteği de büyük oldu.
Nihayet, seçim günü olan 14 Mayıs geldi ve üç büyük parti birbiriyle kıyasıya yarışarak sandığa gitti. Sandıktan çıkan sonuç şu oldu: DP yüzde 53, CHP yüzde 39 ve MP yüzde 3.1 oranında oy aldılar.
Demokratların kazanmış olduğu bu zafer, ülkede tam bir bayram havası estirdi. Hürriyete, demokrasiye susamış insanlar, sevinçten uçacak gibiydi.
Memleketin her bir köşesine maddî ve mânevî bahar havası gelmişti. Ancak, bu harikulâde atmosferden rahatsız olanlar da vardı. Işıktan, aydınlıktan korkan yarasa tabiatlı bu kimseler, demokrasi bayramının daha ilk günlerinden itibaren sinsice bir faaliyet içine girdiler.
1950–60 yılları arasında yapılan üç genel seçimi de Demokratların kazanıp tek başına iktidar olmaları, vatan ve millet düşmanlarının artık sabrını taşırmış olmalı ki, bir cuntanın eliyle darbe ortamını hazırladılar ve kahraman ordumuzun efradını da emellerine alet ederek, 27 Mayıs 1960'ta milletin hür iradesini hançerleme girişiminde bulundular.
Darbeden sonra da Demokrat misyon devam etti; DP'nin yerini AP aldı. Ancak, Adalet Partisi de önce bir muhtıra (12 Mart 1971) ardından bir başka darbeyle (12 Eylül 1980) iktidardan düşürüldü.